bir anne bir oğul bir öğretmen

KızılÖtesi

Aktif Üye
Üye
bir anne bir oğul bir öğretmen
MUTLAKA OKUYUN.DÜNYANIN DÖRTBİR YANINDA DESTANLAR YAZAN ÜLKEMİZİN YÜZAKLARI ÖĞRETMENLERİMİZİN HİKAYELERİNDEN BİRİ.GÖZYAŞLARINIZA HAKİM OLAMAYACAKSINIZ

Murat öğretmen o sabah derse girerken çok neşeliydi. Gönlünün keyfi yerinde olduğu böyle zamanlarda, ağzından bal damlar, dersinin tadına doyulmazdı. Neredeyse iki aydır ailesiyle haberleşememiş, onlara bir cümlecik olsun “merak etmeyin ben iyiyim” diyememişti. Nihayet, her gece belki daha çabuk bağlanır umuduyla “yıldırım olsun” kaydıyla yazdırdığı telefon, nasılsa bağlanmış, annesi, babası ve kardeşleriyle hasbihal etmişti.
İyi haberler almıştı... Annesinin hastalığı şifa bulmuştu. Babasının işleri fena sayılmazdı. Kardeşlerinin dersleri “aferinlik”ti. Mahallede, akraba çevresinde kötü sayılabilecek herhangi bir durum yoktu. Eh bundan iyisi can sağlığıydı artık.
Murat öğretmenin adı aile içinde “anacı”ya çıkmış, anasına olan düşkünlüğüyle dillere düşmüştü. O gece, anasının ahizede çın çın şakıyan sesini duyunca adeta zembereği boşalmış, kendini tutamayıp dakikalarca ağlamıştı. Murat öğretmen kaç zamandır ilk defa o gece, güzel rüyaların beşiğinde, huzurlu bir uykunun koynuna girmişti.
Annesi o gece düşünde bir şiirdi Murat öğretmenin...
Beyaz başörtüsüyle savrulur gider sanki
Yakalar büyük sırrı her ezan sesinde
Kehribar tesbihinde sabır boynunu büker
Şükür çiçek açar seccadesinde...
Annesi o gece düşünde bir duaydı Murat öğretmenin;
Anamın duaları üzerimde olmasa
Yıkılır sırtımı verdiğim duvar
Kopar, elime gelir uzandığım dal
Kapımı çalmaz bahar...
Annesi o gece düşünde çocukluğuydu Murat öğretmenin;
Anneciğim ninni söyle, Sar da beni kollarına
Uyut beni dizlerinde, Kurban olam yollarına...
İşte Murat öğretmenin o sabah bütün neşesinin sebebi bu telefondu...
Gönlündeki huzur, gözbebeklerine ışıltı, dudaklarına tebessüm olarak akmış, sınıfa bu halet-i ruhiye ile girmişti.
Sınıf başkanı Azamat’a takılarak yoklamayı yaptı. Sınıf defterini imzaladı. “Evet çocuklar” deyip ayağa kalktı ve ekledi:
– Bugün size canlılarda beslenme konusunu anlatacağım...
O sırada bakışları, sınıfın en arka sırasının bir önünde oturan Nikola’ya takıldı. Nikola yetim bir çocuktu. Murat öğretmen bunu biliyordu. O babasız çocuk, Anadolu türküleri gibi bir tarafı hep ezik dolaşırdı arkadaşlarının arasında. Onun bu hali Murat öğretmene çok dokunurdu.
Nikola’nın yanına yaklaştı. Çocuğun içinin ısıtan bir sesle sordu:
– Neyin var Nikola?
– Annem dedi Nikola, Annem çok hasta öğretmenim.
– Nesi var?
– Bilmiyorum öğretmenim. Doktorlara göre çok kötüymüş durumu.
Nikola’nın çocuk yüreği daha fazla dayanamadı. Başını önündeki sıraya kapadı ve “anneciğim” diyerek ağlamaya başladı.
Sınıf üzgün bir sessizliğe gömülmüştü. Murat öğretmen kendini zor tutuyor, ne diyeceğini kestiremiyordu. Nikola’nın yumuşacık sarı saçlarını okşadı.
– Üzülme diye fısıldadı. Bunun hiçbir işe yaramayacağının farkındaydı. Nikola’nın yanına ilişti, küçük ellerini avuçlarının arasına aldı. Olanca şefkatiyle seslendi:
– Nikola, hastalıkların çaresi var. Dersten sonra beraberce hastaneye gider, doktorlarla konuşuruz. Yapmamız gereken ne varsa yaparız. Ne olursun, ağlama artık.
Hala içini çeke çeke ağlamaya devam eden Nikola’nın konuşmaya mecali yoktu. Öğretmenine tamam manasında başını sallayarak cevap verdi.
Bütün neşesi kaçmıştı Murat öğretmenin. Bir yetim çocuğun yaşadığı keder, iliklerine kadar ele geçirmişti kendisini. Nikola’nın yerine kendisini koyuyor, koydukça yüreğinden kan gidiyordu.
Ne kadar zorladıysa da ders anlatamadı.
Öyle-böyle tüketti zamanı. Dersin sona erdiğini haber veren zil sesinden bu defa sahiden memnun oldu.
Sınıftan çıkar çıkmaz, Nikola’yla beraber soluğu hastanede aldılar. Annenin yattığı odanın kapısından içeriye adımladıklarında, Nikola’nın annesine koşuşu, annenin çok istemesine rağmen yerinden doğrulamayışı, yavrusunu sadece dokunarak sevebilmesi “öldürdü” Murat öğretmeni.
Annenin durumu ciddiydi. Vücudu iğne-ipliğe dönmüş, yüzünün rengi kireç kesilmişti. Zor nefes alıp veriyordu. Konuşmaya dermanı yoktu.
Murat öğretmen, “ne olursa olsun, direncimi yitirmemeliyim” diye geçirdi içinden. Annenin yatağının baş ucundaki sandalyeye oturdu.
– Geçmiş olsun Elena Hanım dedi.
Nikola’nın annesi Murat öğretmeni gördüğüne sevinmişti. Tanıyordu onu. Oğlunun en sevdiği öğretmeniydi. Bir defa evlerinde ağırlamışlar, çok güzel vakit geçirmişlerdi. Elena Hanım, gözleriyle teşekkür etti genç adama...
Murat öğretmen anneye moral vermeye çalışıyordu.
– İyileşeceksiniz inşallah Elena Hanım. Ben de yine gelip sizin o güzel pastalarınızdan yiyeceğim.
Fersiz gözlerini Murat Bey’e çevirerek, belli belirsiz gülümsedi kadın. Derin bir nefes aldı. Bir şeyler söylemek istiyordu. Güçlükle konuştu. Sesi zor duyuluyordu.
Dudaklarından dökülenler, cennetin niçin annelerin ayakları altına serildiğinin belgesiydi. Aldığı her nefeste ölüme yaklaşan annenin tek tasası yavrusuydu.
– Oğlum size emanet. Onun artık sizden başka hiç kimsesi yok...
Ciğeri parçalandı Murat öğretmenin. Bir şey diyemedi. Sükut tam bir çığlıktı şimdi hastane odasında.
Murat öğretmen duramadı, oturamadı orada. Nikola’ya beklemesini söyleyerek, kaçarcasına çıktı odadan. Doktorla görüşecekti. Üzülmek hiçbir şeyi halletmiyordu. Yapabilecek bir şey varsa eğer, ona bakılmalıydı. Bir-iki görevliye danıştıktan sonra doktoru buldu. Doktor çok net konuşuyordu.
– Ortada çaresiz bir durum yok aslında. Bu hastaya iki şey lazım. Dört ünite B rh (-) kan ve ameliyat için bin dolar para... Bunlar bulunamadığı için kadın iyileşemiyor ve her geçen gün durumu daha da kötüleşiyor.
Doktor sözlerini hayıflanarak noktaladı. “Oğlundan başka kimsesi olmayan zavallı kadın bunları nereden bulacak ki?”
Murat öğretmen ferahlamıştı. Hastalığın korktuğu kadar ciddi olmadığını, çarenin tükenmediğini, yapılabilecek bir şeyler olduğunu öğrenmek sevindirmiş, umutlandırmış, heyecanlandırmıştı onu. O heyecanla Nikolaya’yı da hastanede unutarak hemen bir taksiye atlayıp okula döndü. Konuyu okul müdürü Kadir Bey’le paylaştı. Müdür Bey vakit geçirmeksizin öğretmenleri topladı. Biraz sonra meşveret meclisi kurulmuştu.
Üç saat sonra Murat öğretmen yine doktorun karşısındaydı.
– Doktor bey dedi. Kanı da, parayı da bulduk. Şimdi ne yapmamız lazım.
Doktor afallamıştı. Kadınla hiçbir akrabalığı olmayan bu yedi kat yabancının böylesine canhıraş gayretinin sebebi ne olabilirdi? Bir beklentisi mi vardı acaba? Anlayamamıştı. O şaşkınlık içinde “gelin benimle” dedi.
...
Konuyu müdür beyin riyasetinde istişare eden onüç delikanlı önce aralarında parayı denkleştirmişler, sonra da dört ünite (B rh-) kanın peşine düşmüşlerdi. İçlerinden üçünün bu kan grubundan olması Allah’ın bir lütfuydü onlara... Okul içinde yaptıkları kısa bir araştırmadan sonra müzik öğretmeni Dinara Hanım ve okulun bekçisi Daniyar’ın da aynı kan grubuna sahip olduğunu öğrenmişlerdi. İkisine de kısaca durumu anlatıp hiç zaman kaybetmeden hep beraber, umutla hastaneye koşturmuşlardı. Kendilerine düşen de zaten buraya kadardı.
...
Ameliyat çok başarılı geçmiş, anne kurtulmuştu. Nikola hayatında hiç bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu. Doktorun, burnuna fiske vurarak, “artık sevinebilirsin” sözünü işittiğinde doğruca Murat öğretmene koşmuş, kucağına atlamış, yanaklarından defalarca öpmüştü. Mutluluk ne güzeldi.
Nikola’nın annesini üç gün sonra yoğun bakımdan eski odasına aldılar. Üç hasta daha vardı bu odada. Durumları iyiydi. Biraz daha doktor kontrolünde bulunmaları gerektiği için kalıyorlardı.
O gün ikindi sonrası, Murat öğretmen ve arkadaşları, Nikola’yla birlikte, ellerinde kocaman bir çiçek sepeti ile ziyarete geldiler.
Kadın onları minnet dolu gözlerle seyrediyordu. Bir şeyler söylemek istiyor, ama ah söyleyemiyordu. İçinden geçenleri ah bir dillendirebilseydi? Hissettiklerini kelimelerle anlatabilmek ah bir mümkün olsaydı? Aslında anlatmak istediği her şeye, yüzünde açan gülücükler o kadar güzel tercüman oluyordu ki. Ötesi zaten gereksizdi.
Aynı günün akşamında, Elena Hanımla günlerce aynı odayı paylaşan hastalardan biri taburcu oldu. Kırk yaşlarında bir bayandı bu. Adı İrina’ydı. Bir televizyon kanalında program yapımcısıydı. Başından beri tanık olduğu olayı hayretler içinde kalarak izlemişti... Ertesi gün kadının ilk işi bir kameramanla hastaneye, Elena Hanımın yanına gelmek oldu. Mikrofonu ona uzattı.
Üç gün sonra, binlerce insan Astrahan’ın ORT kanalında Elena Hanım’ın, gözlerinden süzülen yaşlara aldırmaksızın anlattığı hikayesine ortak oluyordu.
“Koca hastanenin bir odasında, elim-kolum bağlı ölmeyi bekliyordum. Babasını hiç hatırlamayan oğlum şimdi de annesiz kalacaktı. Onun üzüntüsüyle kahroluyordum. Ümidimi yitirdiğim bir anda imdadıma yavrumun okulunun öğretmenleri yetişti. Bana kanlarından kan, canlarından can verdiler. Yeniden hayata dönmemi sağladılar. Bir ömür düşünsem böyle bir şey aklıma gelmezdi. Bu öğretmenler bize Allah’ın bir armağanıdır.”
Elena Hanımı izleyenlerden birisi de Murat öğretmendi. Onun, oğlu Nikola’yla sarmaş-dolaş görüntülerini seyrederken gözlerinin yandığını hissetti. Zihni annesine kaydı. Dudaklarına ilkokul çağlarında, annesinin kendisini öpüp koklarken mırıldandığı o çok sevdiği mısralar takıldı...
İlk kundağın
Ben oldum, yavrum;
İlk oyuncağın
Ben oldum!
Acı nedir
Tatlı nedir... bilmezdin...
Dilin damağın
Ben oldum!
Belki kıskanır diye
Gördüklerini
Sakladım gözlerden
Gülücüklerini...
Tülün duvağın
Ben oldum!
Artık isterlerse adımı
Söylemesinler bana
“Onun annesi” diyorlar...
Bu yeter sevgilim bu yeter bana!



alıntı
 
Cevap: bir anne bir oğul bir öğretmen

Teşekkürler kızılım paylaşım için..Çok güzel ve anlamlıydı inanki..Ve dediğin gibi halen ağlıyorum canım..
 
Cevap: bir anne bir oğul bir öğretmen

Yüreğine sağlık canım allah böyle yüreği iyi insanlarla karşılaştırsın hepimizi
 
Geri
Üst