Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türkiye Halk Sağlığı

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türkiye Halk Sağlığı
Bilindiği üzere batının “hasta adamı” Osmanlı İmparatorluğu, 1877-78 Rus harbinden sonra, XX. yüzyıl başlarında bir dizi savaş yapmak zorunda kalmıştır. Bu süreç 1911’de Trablusgarb savaşı ile başlamış, uzun ve yıpratıcı bir dizi savaştan sonra ancak cumhuriyet ile sona ermiştir. Trablusgarb savaşından sonra 1912 Balkan savaşı, 1914-1918 yılları arasında I. Dünya savaşı ve nihayet 1919-1922 Millî Mücadele savaşları içinde kalan Türkiye, her alanda çok büyük yıkımlara maruz kalmış, müthiş bir yoksulluk ve sefalete sürüklenmiştir.3 Bu konuda Atatürk’ün 1923 yılında söylediği, “Bir an için vatan dediğimiz kutsal varlığa bir görüşle bakalım. Onun hayat adına, bayındırlık adına her şereften mahrum bir siyah toprak sahasından ibaret bırakılmış olduğunu görürüz”4 ifadesi durumu açıklamaya yeterlidir. Uzun süren bu savaşlar sebebiyle yurdun bir çok bölgesi harabeye dönerken, maddi ve manevi çöküntüyle beraber kıtlık, yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar ve diğer sıkıntılar tüm halkı olumsuz etkilemiştir. Bu sıkıntıları çok iyi gören ve yaşayan 23 Nisan 1920 TBMM hükümeti, sağlık konusuna özel bir önem vermiştir.

Bu yüzden ilk meclis hükûmetinin yaptığı icraatların ilkleri arasında bir sağlık bakanlığının kurulması bulunmaktadır. 20 Mayıs 1920’de kabul edilen 3 numaralı kanun ile Umur-ı Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekaleti, yani sağlık bakanlığı kurulmuş ve bakanlığın vakit kaybetmeden “Türkiye’nin Sıhhi-İçtimai Coğrafyası” adıyla bir dizi araştırma yaptırmıştır. Hükümet, bu çalışma vasıtasıyla öncelikle halihazır durumu belirleyerek Osmanlı devletinden kalan mirası tespit etmeyi amaçlamıştır. Bahsi geçen araştırma ile ayrıca, memleketin nüfus ve ekonomik potansiyeli belirlemek, iktisadi, içtimai ve sıhhi problemleri tespit ederek sorunlara uygun çözüm yolları bulmak hedeflenmiştir. Bu sayede bakanlık ülkedeki hastane, dispanser, doktor, sağlık memuru, eczane ile tüm sağlık kurumları ile hastalık ve diğer konularda bir durum tespiti yapmıştır. Bunu yaparken, her vilayette bulunan Sıhhiye Müdürleri’ne gerekli belgeler ile beraber emirler gönderilerek, istenen bilgiler belirtilmiş ve vilayetlerden raporlar halinde gönderilen bilgiler düzenlenerek, bugüne kadar ulaşabildiğimiz 19 tane “Sıhhi-İçtimai Coğrafya” kitabı basılmıştır.5

Daha ilk hükûmette kurulan sağlık bakanlığına, önemli görevler verilmiş olup 1931 yılında A. Afetinan tarafından kaleme alınan ve bir anlamda Cumhuriyetin getirdiği yenilikleri dile getiren bir çalışmaya göre, sağlık bakanlığının görevleri şunlardır: “1- Koruma (hıfzısıhha ve mücadele), 2- Kurtarma (tedavi müesseseleri). Buna göre vekalet birinci vazifeyi yapmak için memleketin sıhhi şartlarını ıslah, milletin sıhhatine zarar veren bütün hastalıklarla ve zararlı amillerle mücadele eder. Yeni neslin sıhhatli yetişmesine çalışır.”6

Türkiye’nin izlediği sağlık politikasında önemli bir etkisi olması nedeniyle Atatürk’ün sağlıkla ilgili düşüncelerini de burada zikretmek faydalıdır. “Sağlık ve sosyal yardım hususlarında takip ettiğimiz gaye şudur: Milletimizin sıhhatinin korunması ve takviyesi, ölümün azaltılması, nüfusun arttırılması, bulaşıcı ve salgın hastalıkların etkisiz hale getirilmesi, bu suretle millet fertlerinin dinç ve çalışmaya kabiliyetli bir halde sıhhatli vücutlar olarak yetiştirilmesi (1922)”, “Her ulus çocuklarının sıhhatli ve gürbüz olmaları için yaşadıkları bölgenin sıhhi şartlarını temin etmek, devlet halinde bulunan siyasi teşekküllerin en birinci ödevidir (1937).”7

Cumhuriyet yönetimi sadece sağlık bakanlığı vasıtası ile değil, idari ve hukuki kanunlarla da, ülke nüfusunun çoğunluğunun yaşadığı köylerde, köylü sağlığı ile yakından ilgilenmiştir. 18 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 442 numaralı köy kanununda devlet, köylünün mecburi olarak yapması gereken işleri arasında sağlığa özel bir önem vermiştir. Bu kanunda yer alan maddelerden 23 tanesinin doğrudan ve dolaylı olarak sağlıkla ilgili8 hükümetin konuya verdiği önemi açıklamaya yeterlidir.9

23 Nisan 1920’de kurulan TBMM hükûmeti Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlattırılan “Türkiye’nin Sıhhi-İçtimai Coğrafyası” dizisi esas olmak ve dönemin diğer kaynakları da dikkate alınmak suretiyle, 1920-30 arasında Türkiye’nin halk sağlığı ve sorunları ele alınmıştır. Bu sayede Osmanlı mirasını devralan Cumhuriyet yönetiminin sağlık açısından girdiği hızlı değişim ve dönüşüm sürecini görme şansı yakalanmıştır. Adı geçen dizinin hazırlanmasında görev alan Muhittin Celal Duru’nun sonradan hazırladığı başka bir eseri, bugüne ulaşmayan diğerleri de dahil Sıhhi-İçtimai Coğrafya dizisindeki bilgileri derlemesi bakımından da oldukça önemlidir. Dönemin sağlık bakanlığının yaptırdığı anketlerden de faydalanarak 1939 yılında tamamlanan fakat, basımı üç yıl gecikmeyle 1942’de yapılan “Sağlık Bakımından Köy ve Köycülük” isimli bu eser, önceki kaynakların toplu bir değerlendirmesini sunarak, onları teyit edici bir görev de yapmaktadır. Yaptığımız araştırmaya ve bütün bu kaynaklardan elde edilen bilgilere göre, o dönemde Türk halkının sağlık şartlarını etkileyen önemli faktörleri veya halk sağlığını birinci derecede etkileyen belirleyici unsurları şöyle sıralamak mümkündür:

1- Cehalet ve bilinçsizlik,

2- Bedensel temizlik şartları,

3- Çevresel temizlik şartları,

4- Beslenme ve çalışma şartlarının ağırlığı,

5- Hastane, doktor, hemşire, ilaç vb imkanların yetersizliği,

6- Hastalıklarla mücadelenin azlığı/yetersizliği.



1- Cehalet ve Bilinçsizlik

Osmanlı’nın XVII. yüzyıldan itibaren içine girdiği gerileme döneminde diğer konularda olduğu gibi, eğitim sistemindeki eksiklik ve yetersizlikler de, halkı giderek ağır bir eğitimsizlik içine sürüklemiştir. Bu manzaraya yukarıda bahsedilen uzun savaşların kötü etkileri de eklenince durumun ciddiyeti büyümüş ve halkın büyük bir cehalet ve bilinçsizlik içinde kalmasına yol açmıştır. Halkın bu şekilde cahil ve bilinçsiz olması ise, doktor yerine üfürükçülere inanmalarına sebebiyet vermiş, sonuçta sağlık için olumsuz bir tablo çıkmıştır. Okul, öğretmen, gazete, kitap, kütüphane sayılarının çok az olması, okuryazarlık oranının düşük olması cehaletin yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. Bu konuda Kastamonu sıhhiye müdürü Dr. Kemal aynen şu ifadeleri kullanmıştır: “Halkın içerisinde puyan (kendini kaptırmak) olduğu bu cehalet mutlaka mevcud oldukça onların bu gibi itikadat-ı batıladan kurtulmalarına imkan yokdur”.

Halk, sağlık da dahil olmak üzere bir çok konuda batıl inançlara sahip bulunuyor ve bu yüzden modern tıbba itibar etmiyordu. Batıl inançlar, safsatalar, okuyuculuk ve büyücülük vb. o kadar yaygındı ki, sağlık sorunları olan bir hasta, doktor yerine bir üfürükçüye gitmeyi normal karşılıyordu.10 Bu inanış yanında, doktora gitmek en son çare olarak görülür ve bazen verdiği ilaçların kullanılmadığı da olurdu. Bu konuda Sivas vilayeti sağlık müdürü Dr. Hasan Tahsin, hazırladığı eserde aynen şunları söyler: “ (1931 yılında) Sivas şehrinde, doktor ve çeşitli sıhhi tesislerin varlığına rağmen, halk tıp ve hıfzısıhha ile fazla alakadar değildir. Hastalarını ya hiç doktora götürmezler ve yahut hastalık vehamet kesb ettikten sonra gösterirler. Hastasını doktora götürüp de aldıkları reçeteyi yaptırmayanlara da tesadüf edilmektedir. Bu lakaytlık bilhassa hıfzısıhha meselelerinde kendini daha kuvvetle hissettirmektedir”.11

Osmanlı öncesi dönemlerde olduğu gibi, Osmanlı döneminde de önemli ve büyük bir şehir durumunda olan Bursa bile, 1927 yılında “batıl hurafe ve itikadların mühim merkezlerinden biridir”.12 “Mekteblerin şeytani, medreselerin rahmeti” görüldüğü 1922 yılı Karaman’ında batıl inançlar o kadar fazla ve yaygındı ki, “hastalıklar için İbrala, Letere ve Tevhid ocaklarına gidilirdi”.13 1925 yılında başkent Ankara da pek farklı olmayıp batıl inançlar oldukça yaygın, üfürükçülüğe olan inanç oldukça eski ve kuvvetliydi.14 Anadolu şehirlerinde böyley olan durum, başkentte ve yakınlarında da çok farklı değildi. İstanbul’un yanı başındaki Kırklareli’nde sağlık müdürlüğü yapan Dr. Ahmed Hamdi üfürükçülük için şunları söyler: “Halkdan birinin başı ağrıdığı zaman tabibe müracaat etmeyüb derhal hocalara, üfürükçülere giderek okuturlar ve bu okumakla iyi olmağa çalışırlar”.15 Batıl inançlar, memleketin her tarafında yaygın olmakla beraber, bu tür inançların oranı, ancak İstanbul ve Çatalca gibi İstanbul’a yakın bölgelerde azalıyordu.16

Cehaletin sebeplerinden en önemlisi, okul, öğretmen azlığı/yetersizliği ile kültürel gelişim imkanlarından mahrumiyettir ki, bu konu aşağıda Tablo 1 ve 2’de verilen rakamlardan çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bursa vilayetinde 1927 yılında ortalama 4.4 köye bir mekteb düşüyor, kaza merkezlerinde 2.269 kişiye, ve köylerde 1.351 kişiye bir mekteb düşüyordu.17 Aynı dönemlerde Ankara şehrinde sadece 2 lise, 1 darülmuallim ve 3 gayrimüslim okulu vardı. Ankara’da tahsil ve ilme rağbet mevcut ise de, özellikle köylerde bütün çocuklara yeterli okul ve öğretmen olmadığından eğitim geri kalmaktaydı.18 1925 yılı başkent Ankara’sında bile, köylerde maarifi ve fazail-i ahlakiyeyi öğretecek kimsenin bulunmaması19 oldukça düşündürücüdür. 1922 yılında 53.943 nüfusu olan Konya şehri, geçmişten gelen mirastan olacak, başka şehirlere göre biraz daha fazla eğitim kurumuna sahiptir. Şehirde 1 tane darülmuallim, 1 tane Sultani, 1 tane Mekteb-i Sanayi, 18 tane Mekteb-i İbtidai ve 20 civarında Medrese bulunmaktaydı.



ALINTIDIR
 
Geri
Üst