Duada istenen şey verilmezse?
Duâda istenen şey verilmezse, duâmız kabûl olmadı, emeğimiz boşuna gitti şeklinde bir vehme kapılınmaz.
Duânın mahiyetini açıklayan Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:
Duâ, ibâdetin özüdür!
Demek ki, duâ sadece bir talepte bulunmak değildir. Belki talepte bulunma ibâdetidir. İbâdetin ise karşılığı hemen dünyada verilmez, belki esas faydası âhirette ve en sıkıntılı olduğumuz mahşerdedir. Dünyada faydası bazan görülür, bazan da görülmez. Görülmediği zaman duâmız kabûl olmadı denilmez. Denilse duânın ibâdet olduğundan gaflet edilmiş olunur. Halbuki, duâ günde beş vakitte yaptığımız diğer ibâdet gibi vakitli bir ibâdettir. İhtiyaç ve sıkıntı anları da duâ ibâdetinin vaktidir. Böyle vakitlerde yaptığımız duâlarımızda istediğimiz yerine gelmezse ibâdetin vakti bitmedi, devam ediyor, vakti devam edince vaktin ibâdeti de devam eder, denilip duâya devam edilir.
Bazan duâda istediğimiz şey bizim hayrımıza olmayabilir. Bu sebeble Rabbimiz istediğimizi değil, belki başkasını verir. Böyle tecelliler karşısında da hakkımda hayırlısı böyleymiş deyip verilene şükretmeli, asla şikâyette bulunmamalıdır.
Ameliyattan çıkan bir hastanın ciğeri yanarken yalvarır:
Doktor bey, bana bir bardak su, der. Doktor ise ona asla su verdirmez, belki başka bir ilâç verdirir.
Buna doktor isteğimi kabûl etmedi, denilmez. Belki isteğimi duydu, ancak benim için daha hayırlısını verdi, demek ki, bana su verilse kötü olacakmış. Lâyık olan bu hapmış ki onu verdi, denir, doktorun daha iyiyi bildiği kabûl edilerek neticeye razı olunur.
Bediüzzaman Hazretleri, makbûl duânın nasıl olacağı yolunda sorulan bir suâle verdiği cevapta, duâ mevzuunda muhtaç olunan bütün bilgiyi, kısa fakat veciz bir üslûp içinde şöyle sıralamıştır:
Müminin mümine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?
Elcevab:
Esbab-ı kabûl dâiresinde olmalıdır. (Yani kabûle sebeb olan şartlara riayet edilerek yapılmalıdır.) Çünkü bazı şerait dahilinde (yapılan) duâ makbûl olur. Şerait-i kabûlün ictimâı nisbetinde (yâni makbûl kılacak şartların bir araya gelmesi nisbetinde duânın) makbûliyeti ziyadeleşir. Ezcümle:
1 Duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli, sonra (duânın başında) makbûl bir duâ olan salâvat-ı şerîfeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde (de) yine salâvat getirmelidir. Çünkü iki makbûl duâ ortasında bir duâ makbûl olur.
2 Hem bi-zahril-gayb, yâni gıyaben ona duâ etmeli.
3 Hem hadiste ve Kuranda gelen mesur duâlarla duâ etmeli. Meselâ:
Allahümme innî eselükel-afve vel-âfiyete lî ve lehu fid-dîni ved-dünya vel âhireti.
Rabbena âtinâ fid-dünya haseneten ve fil-âhireti haseneten ve kına azaben-nâr...
Allahım, senden kendime ve din kardeşime dinimiz, dünyamız ve âhiretimiz için af ve afiyetler dilerim. Rabbimiz, bize dünyada hasene (iyilik) ver, âhirette hasene ver, Cehennem azabından koru!... gibi câmi duâlarla duâ etmek, hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalb ile duâ etmek, hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra, hem mevaki-i mübarekede, husûsan mescidlerde, hem cumada, husûsan saat-ı icabede, hem şuhûr-u selâsede, husûsan leyâli-i meşhûrede, hem ramazanda, husûsan leyle-i kadirde duâ etmek, kabûle karin olması rahmet-i İlâhiyyeden kaviyyen memuldur. O makbûl duânın ya aynen dünyada eseri görülür veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbûl olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, duâ kabûl olmadı denilmez, belki daha iyi bir sûrette kabûl edilmiş denilir...
Şu izahtan da anlamaktayız ki, duâda dâima hatırımızda tutmamız lâzım gelen bazı temel kâideler şunlardır:
1 Duâ bir ibâdettir. İbâdetin ise vakti vardır. Duâ ibâdetinin vakti ihtiyaç ve sıkıntının geldiği vakittir. Bu vakitlerde duâ edersek duâ ibâdeti borcumuzu edâ etmiş oluruz.
2 İbâdetin karşılığı esas itibariyle âhirette verilir. Dünyada verilmesi şart olmaz. Bu itibarla, duâ ibâdetimizin karşılığı da hemen elimize geçmemişse, geçmiyorsa, duâmız kabûl olmadı denilmez. Belki daha menfaatli şekilde, daha muhtaç olduğumuz bir zaman olan âhirette verilecek, denilir, duâ ibâdetinin vakti bitmediğine kani olunur.
3 Duâda istediğimiz bizim hayrımıza mı, şerrimize mi bazan kesin olarak bilemeyiz. Bunu bilen de şüphesiz ki, Rabbimizdir. Binaenaleyh, bizim istediğimiz değil, belki istemediğimiz verilirse hakkımızda hayırlı olan bu imiş ki, Rabbimiz bunu verdi, der, sabr içinde şükreder, bir hikmetin varlığını kabûl ederiz.
* * *
Duânın mahiyetini Sözler kitabında daha açık ve net olarak nazara veren Bediüzzaman, yağmur duâsı hakkında şu fevkalâde izahı da yapmaktadır:
Suâl:
Eğer desen bir çok defa duâ ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki âyet umumîdir. Her duâya cevab var! ifade ediyor.
Elcevab:
Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her duâ için cevab vermek var, fakat kabûl etmek, hem aynı matlubu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir. Meselâ, hasta bir çocuk çağırır, Yâ hekim, bana bak, hekim, Lebbeyk (buyur) der. Cevab verir: Çocuk, Şu ilâcı ver bana der. Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, hakîm-i mutlak, hazır, nâzır olduğu için, abdin (kulun) duâsına cevab verir, vahşet ve kimsesizlik dehşetini huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil. Belki hikmet-i Rabbaniyyenin iktizasıyla, ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
Hem duâ bir ubûdiyettir. Ubûdiyet (kulluk) ise, semerâtı, uhreviyyedir. Dünyevî maksadlar ise o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk o ibâdetin vaktidir. Yoksa o ibâdet ve o duâ yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından kabûle lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin, ayın tutulmaları küsûf ve husûf namazları denen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yâni gece ve gündüzün nûrânî âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlâhiyyeyi ilâna medar olduğundan Cenâb-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa o namaz (açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneşin hüsûf ve küsûflarının açılmaları için değildir.
Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu bazı duâların evkât-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar, duâ ile, niyaz ile Kadir-i Mutlakın dergâhına iltica eder.
Eğer duâ çok edildiği halde beliyyeler defolunmazsa denilmeyecek ki, duâ kabûl olmadı, belki denilecek ki, duânın vakti kaza olmadı (bitmedi). Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nûrun alâ nûr. O vakit duâ vakti biter, kaza olur. Demek ki duâ bir sırr-ı ubûdiyyettir.
Ubûdiyyet ise, hâlisen livechillâh olmalı, yalnız aczini izhar edip duâ ile Ona iltica etmeli, rubûbiyyetine karışmamalı, tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimat etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.
Duânın mahiyetini açıklayan Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:
Duâ, ibâdetin özüdür!
Demek ki, duâ sadece bir talepte bulunmak değildir. Belki talepte bulunma ibâdetidir. İbâdetin ise karşılığı hemen dünyada verilmez, belki esas faydası âhirette ve en sıkıntılı olduğumuz mahşerdedir. Dünyada faydası bazan görülür, bazan da görülmez. Görülmediği zaman duâmız kabûl olmadı denilmez. Denilse duânın ibâdet olduğundan gaflet edilmiş olunur. Halbuki, duâ günde beş vakitte yaptığımız diğer ibâdet gibi vakitli bir ibâdettir. İhtiyaç ve sıkıntı anları da duâ ibâdetinin vaktidir. Böyle vakitlerde yaptığımız duâlarımızda istediğimiz yerine gelmezse ibâdetin vakti bitmedi, devam ediyor, vakti devam edince vaktin ibâdeti de devam eder, denilip duâya devam edilir.
Bazan duâda istediğimiz şey bizim hayrımıza olmayabilir. Bu sebeble Rabbimiz istediğimizi değil, belki başkasını verir. Böyle tecelliler karşısında da hakkımda hayırlısı böyleymiş deyip verilene şükretmeli, asla şikâyette bulunmamalıdır.
Ameliyattan çıkan bir hastanın ciğeri yanarken yalvarır:
Doktor bey, bana bir bardak su, der. Doktor ise ona asla su verdirmez, belki başka bir ilâç verdirir.
Buna doktor isteğimi kabûl etmedi, denilmez. Belki isteğimi duydu, ancak benim için daha hayırlısını verdi, demek ki, bana su verilse kötü olacakmış. Lâyık olan bu hapmış ki onu verdi, denir, doktorun daha iyiyi bildiği kabûl edilerek neticeye razı olunur.
Bediüzzaman Hazretleri, makbûl duânın nasıl olacağı yolunda sorulan bir suâle verdiği cevapta, duâ mevzuunda muhtaç olunan bütün bilgiyi, kısa fakat veciz bir üslûp içinde şöyle sıralamıştır:
Müminin mümine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?
Elcevab:
Esbab-ı kabûl dâiresinde olmalıdır. (Yani kabûle sebeb olan şartlara riayet edilerek yapılmalıdır.) Çünkü bazı şerait dahilinde (yapılan) duâ makbûl olur. Şerait-i kabûlün ictimâı nisbetinde (yâni makbûl kılacak şartların bir araya gelmesi nisbetinde duânın) makbûliyeti ziyadeleşir. Ezcümle:
1 Duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli, sonra (duânın başında) makbûl bir duâ olan salâvat-ı şerîfeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde (de) yine salâvat getirmelidir. Çünkü iki makbûl duâ ortasında bir duâ makbûl olur.
2 Hem bi-zahril-gayb, yâni gıyaben ona duâ etmeli.
3 Hem hadiste ve Kuranda gelen mesur duâlarla duâ etmeli. Meselâ:
Allahümme innî eselükel-afve vel-âfiyete lî ve lehu fid-dîni ved-dünya vel âhireti.
Rabbena âtinâ fid-dünya haseneten ve fil-âhireti haseneten ve kına azaben-nâr...
Allahım, senden kendime ve din kardeşime dinimiz, dünyamız ve âhiretimiz için af ve afiyetler dilerim. Rabbimiz, bize dünyada hasene (iyilik) ver, âhirette hasene ver, Cehennem azabından koru!... gibi câmi duâlarla duâ etmek, hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalb ile duâ etmek, hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra, hem mevaki-i mübarekede, husûsan mescidlerde, hem cumada, husûsan saat-ı icabede, hem şuhûr-u selâsede, husûsan leyâli-i meşhûrede, hem ramazanda, husûsan leyle-i kadirde duâ etmek, kabûle karin olması rahmet-i İlâhiyyeden kaviyyen memuldur. O makbûl duânın ya aynen dünyada eseri görülür veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbûl olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, duâ kabûl olmadı denilmez, belki daha iyi bir sûrette kabûl edilmiş denilir...
Şu izahtan da anlamaktayız ki, duâda dâima hatırımızda tutmamız lâzım gelen bazı temel kâideler şunlardır:
1 Duâ bir ibâdettir. İbâdetin ise vakti vardır. Duâ ibâdetinin vakti ihtiyaç ve sıkıntının geldiği vakittir. Bu vakitlerde duâ edersek duâ ibâdeti borcumuzu edâ etmiş oluruz.
2 İbâdetin karşılığı esas itibariyle âhirette verilir. Dünyada verilmesi şart olmaz. Bu itibarla, duâ ibâdetimizin karşılığı da hemen elimize geçmemişse, geçmiyorsa, duâmız kabûl olmadı denilmez. Belki daha menfaatli şekilde, daha muhtaç olduğumuz bir zaman olan âhirette verilecek, denilir, duâ ibâdetinin vakti bitmediğine kani olunur.
3 Duâda istediğimiz bizim hayrımıza mı, şerrimize mi bazan kesin olarak bilemeyiz. Bunu bilen de şüphesiz ki, Rabbimizdir. Binaenaleyh, bizim istediğimiz değil, belki istemediğimiz verilirse hakkımızda hayırlı olan bu imiş ki, Rabbimiz bunu verdi, der, sabr içinde şükreder, bir hikmetin varlığını kabûl ederiz.
* * *
Duânın mahiyetini Sözler kitabında daha açık ve net olarak nazara veren Bediüzzaman, yağmur duâsı hakkında şu fevkalâde izahı da yapmaktadır:
Suâl:
Eğer desen bir çok defa duâ ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki âyet umumîdir. Her duâya cevab var! ifade ediyor.
Elcevab:
Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her duâ için cevab vermek var, fakat kabûl etmek, hem aynı matlubu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir. Meselâ, hasta bir çocuk çağırır, Yâ hekim, bana bak, hekim, Lebbeyk (buyur) der. Cevab verir: Çocuk, Şu ilâcı ver bana der. Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, hakîm-i mutlak, hazır, nâzır olduğu için, abdin (kulun) duâsına cevab verir, vahşet ve kimsesizlik dehşetini huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil. Belki hikmet-i Rabbaniyyenin iktizasıyla, ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
Hem duâ bir ubûdiyettir. Ubûdiyet (kulluk) ise, semerâtı, uhreviyyedir. Dünyevî maksadlar ise o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk o ibâdetin vaktidir. Yoksa o ibâdet ve o duâ yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından kabûle lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin, ayın tutulmaları küsûf ve husûf namazları denen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yâni gece ve gündüzün nûrânî âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlâhiyyeyi ilâna medar olduğundan Cenâb-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa o namaz (açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneşin hüsûf ve küsûflarının açılmaları için değildir.
Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu bazı duâların evkât-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar, duâ ile, niyaz ile Kadir-i Mutlakın dergâhına iltica eder.
Eğer duâ çok edildiği halde beliyyeler defolunmazsa denilmeyecek ki, duâ kabûl olmadı, belki denilecek ki, duânın vakti kaza olmadı (bitmedi). Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nûrun alâ nûr. O vakit duâ vakti biter, kaza olur. Demek ki duâ bir sırr-ı ubûdiyyettir.
Ubûdiyyet ise, hâlisen livechillâh olmalı, yalnız aczini izhar edip duâ ile Ona iltica etmeli, rubûbiyyetine karışmamalı, tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimat etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.