kızlar nasuh tevbesi neymiş gelin hep beraber bakalımm

bernam07

Aktif Üye
Üye
kızlar nasuh tevbesi neymiş gelin hep beraber bakalımm
Nasuh tevbesi nedir?

Kalbin O'na Dönüşü: NASUH TEVBESİ

Tevbe dönmektir. Nasuh, samimi olmaktır. Nasuh tevbesi ise, içi ve dışıyla samimi olarak Yüce Allah’a dönmektir.


"Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin! Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz." (Tahrim (66), 7)
Bir insan namazın farziyetini kabul etmeyince, dinden çıkar, kâfir olur. Ancak namazı inkâr etmeden amelî olarak terk ederse, dinden çıkmaz, dolayısıyla da kâfir olmaz. İslâm'ın bütün kural ve emirleri de böyledir.
İslâm'ın emirlerinden her birini itikatta terk edenlerle amelde terk edenlerin arasında şu fark vardır: İnanıp da ameli terk edenler, cehenneme girseler de sonuçta cezalarını çektikten sonra oradan kurtulacaklardır.
"Ruhu'l–Beyân" tefsirinde görmüştüm; bir zat diyordu ki: "Bir insanın cehennemde ne kadar kalacağını çok aradım. Bir yerde buldum ki, şöyle yazılıydı: "Bir andan, yedi bin seneye kadar." Ancak İslâm dininin emirlerini, itikadî olarak terk edenler cehennemde ebedî olarak kalacaklardır.
İşte bunun için mü'min kardeşlerimizin haramları çok iyi bilmeleri lâzım. Eğer harama helâl, helâle haram diyecek olsak, bunun yanında da kelime–i şahadet getirsek, yine de kâfir olmaktan kurtulamayız. Bir insanı üç şey küfre sokar:
İnkâr, istihza/alay etmek ve istihfaf/hafife almak.
Bir insan Mevlâ Teâlâ'nın emir ve yasaklarına elbette inanıyorum; ancak uygulayamıyorum derse, kâfir olmaz. Fakat bu insan bir andan, "Ruhu'l–Beyân"da zikredildiği üzere yedi bin seneye kadar cezası müddetince cehennem azabında kalır. Burayı iyi anlamak zorundayız.
İmanın ve amelin, günahlara tevbe etmenin ve özür dilemenin yeri dünyadır. Âhirette iman ve amel kabul olunmadığı gibi, günahlar için özür dilemek dahi kabul olunmayacaktır. Tevbe ve özür dileme olmayacak; fakat onlar pişmanlık içinde olup tevbe edecek ve özür dileyecekler. Ancak tevbeleri onlara bir fayda sağlamayacak. O gün onlara denilecek ki:

"Ey küfredenler! Beyhude yere özür dilemeyin; çünkü dünya hayatında yapmış olduğunuz amellerinizden dolayı cezalandırılacaksınız. Bugün özür ve tevbe günü değil; ceza ve mükâfat günüdür."

O gün kâfirlere özürlerinin bir işe yaramayacağı ve özür dilenecek yerin dünya hayatı olduğu Kur'an–ı Kerim'de şöyle bildirilmektedir:
"Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki, Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider de, "Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kâdirsin." derler." (Tahrim (66), 8)
Bu âyet–i kerimede Mevlâ Teâlâ Hazretleri kullarını ne de güzel ikaz ediyor:
"Ey İman eden kullarım! Benden yüz çevirdiniz, gidiyorsunuz. Bana dönün! Öyle bir tevbe ile dönün ki, günah işleyeceğiniz vakitte size nasihat edici olsun."
İşte bu tevbe, nasuh tevbesidir. Nedir nasuh tevbesi? İnsana nasihat edici tevbedir. Bir gün Muaz b. Cebel Radıyallahu Anh, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimize sorar:
"Yâ Resûlullah! Tevbe–i nasuh nedir?"
"Kulun işlemiş olduğu günaha iyice nedamet etmesi, sonra da memeden çıkan sütün memeye dönmediği gibi bir daha o günaha dönmemesidir."
Mevzuumuzla alâkalı olarak bir haberde Hazreti Ali Radıyallahu Anh Efendimizden rivayet şöyle edilmiştir: Bir gün bir bedevî hızlı hızlı konuşarak şöyle diyordu:
"Ey Allah'ım! Sana istiğfar eder, sana tevbe ederim." Bedevînin hızlı bir şekilde böyle söylediğini duyan Hazreti Ali Radıyallahu Anh ona dedi ki:
"Sadece dilde kalan tevbe, yalancıların tevbesidir."
Bedevî sorar:
"Peki, gerçek tevbe nasıldır?"
"Gerçek tevbe, altı hususu kapsar. Bu altı husus şunlardır:
1–Geçmiş günahlara pişman olmak.
2–Farzları iade etmek. Namaz, oruç, zekât gibi üzerine kazası kalmış olanların kazalarının yerine getirilmesi.
3–Zulüm ile elde edilmiş mal–mülkün sahibine iade edilmesi.
4–Hasımlarla helâlaşmak.
5–İşlenilen günaha bir daha dönmeme konusunda azimli ve kararlı olmak.
6–Nefsini isyanla nasıl besleyip büyüttüyse, şimdi de nefsini Allah'a itaat yolunda öyle eritip küçültmek.

Sevgisine tutulan
insan, çürümüş
eşeğin yanında
yatan damat gibidir
Aynayı bilirsiniz. Bir insan aynaya baktığı zaman ne görür? Aynada kendisini görür. Bu öyle bir görmedir ki, yüzündeki her şeyi en ince ayrıntısına kadar görür. Bu ayna misâlinde olduğu gibi, Mevlâ Teâlâ Hazretleri de, Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i kendisine ayna yaptı. Onda kendisini gördüğü gibi, kendisini görmek isteyenlere de Kâinatın Efendisi'ni ayna yaptı. Tâ ki ona bakan, Mevlâ'ya vâsıl olsun.
Şimdi de Mevlâ Teâlâ'nın sıfatlarını ve isimlerini hatırlayalım. Mevlâ'mızın, hayat, ilim, semi, basar, irade, kudret, kelâm ve tekvin olmak üzere sekiz adet sıfat–ı subûtiyyesi vardır.
Peygamber Efendimizde bu sekiz sıfattan meselâ hayat sıfatı var mıydı? Vardı. İlim sıfatı var mıydı? Vardı. Bu iş nasıl oluyordu? Kâinatın Efendisi'nde bulunan bu sıfatlar, asıllarının sûretleridir. Yani bu sekiz sıfatın sûretleri Efendimizde bulunuyordu. Ayrıca bu sıfatların birer sûretleri de her insanda bulunuyor.
Gelelim Mevlâ'mızın isimlerine. Mevlâ Teâlâ'nın doksan dokuz esmâ–i hüsnâsı vardır. Bu esmâ–i hüsnâdan biri, Rahmân ism–i şerifidir. Rahmân, kuluna nihayet derecede acıyıcı demektir. Şimdi, insanda acıma duygusu var mı? Var. Bu acıma nereden meydana geliyor? Mevlâ'mızın Rahmân isminin sûretinden. Bir örnek daha: Mevlâ Teâlâ'nın bir başka ism–i şerifi de Kuddûs'tür. Kuddûs; ayıp ve noksan sıfatlardan münezzeh olan demektir. Bir mü'mini düşünün: Tevbe, istiğfar, zikir ve ibadetlerle kendini temizlediğinde kuddûs olur.
Bir hadis–i şerifte Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her kim kendini bilirse, Rabbini bilir."
Mevlâ Teâlâ'nın her bir ism–i şerifinin her birinin sûreti insanda mevcuttur. İnsan kendini, ruhunu tanımakla bir noktada Mevlâ'nın sıfatlarını bulmuş olur. Mevlâ Teâlâ'nın sıfatlarını bilince de, Mevlâ Teâlâ'nın zatını bilmiş olur.
"Risâle–i Kudsiyye" de şöyle denilmektedir:
"Tecelli etse Muhyî ismiyle O,
Dese mevtâlara ol sırla: 'Kâmû!'
Olurlar bil o mevtâlar hayy–u kâmû
Kalma hayvan, bu sırrı anla yahu,
Hamakattan çıkıp Hakk'a gidelim
Cemal–i bâ kemâle seyr idelim."
Mevlâ Teâlâ Hazretleri bir kuluna Muhyî ism–i şerifi ile tecelli etse, o kul da bir kabristana uğrasa ve kabristanda bulunan bütün mevtâlara 'Kalkınız!' dese, o kabristandaki bütün mevtâlar dirilip kalkar. Bu bir sırdır, bu sırrı anlamak lâzımdır. Bir insanın bu sırrı anlamaması ahmaklıktır.
Görüyor musunuz, Mevlâ Teâlâ'nın bir ism–i şerifi olan Muhyî, bir insanda tecelli edince, o kulda o ism–i şerifin sûreti meydana geliyor. Mevlâ Teâlâ'nın bütün ism–i şerifleri insanlarda bu şekilde tecelli ederek, sûretleri hâsıl olur. Buradan hareketle şuna dikkat edelim ki, insan ufak ve basit bir şey değildir. İnsanın basit bir varlık olmadığı bir hadis–i kudsîde şöyle haber verilmektedir:
"İnsan benim sırrımdır, ben de onun sırrıyım."
Bir hadis–i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:
"Allah, Âdem'i kendi sûretinde yarattı."
Allahu Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm'ın kıssasında şöyle buyurmaktadır:
"Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman…" (Hicr (15), 29)
İnsanı değerlendiren, insanı yücelten her şey, âyet–i kerimede geçen bu üfleme ile oldu. İnsan çok ama çok kıymetli ve değerli bir varlıktır. İnsan bu değerinin farkına varmalı ve ona göre hareket etmelidir. Fakat insan bu değeri bilmez ve aksine hareket ederse, alçak şeylere tenezzül ederse o zaman değerini kaybeder.
"Sen kendini bilirsen, Rabbini bilirsin."
İnsan kendindeki değeri keşfedip, Rabbini bilmeye çalışacağı yerde, bir leş hükmünde olan dünyanın peşine düşmüş, ona bakıyor.
Bu durumu daha iyi anlamak için şöyle bir olay anlatılır:
Vaktin birinde zengin bir adamın tek oğlu varmış. Oğlunu evlendirirken içkili, çalgılı bir düğün yapmış. Düğünde herkes içtiği gibi, evlenecek olan çocuk da çok içmiş, ayakta duramayacak derecede sarhoş olmuş. Herkes çekilip gidince, evlenen çocuk da evine gitmiş. O kadar sarhoş olmuş ki, hanımının odasına gideceği yerde evin kapısını açmış ve dışarı çıkmış. O kadar sarhoşmuş ki, sokakta yürümüş ve bir çöplükle karşılaşmış ve orayı odası zannederek, yatıp uzanmış. Yanında bulunan bir karaltıyı gelin sanarak sızmış.
Sabah olup da çocuk kendine geldiğinde bir de ne görsün! Çöplükte bir eşek leşinin yanında uzanmış yatıyor…
Bu olaydan alacağımız ders şudur ki, dünya sevgisine tutulan insan, çürümüş eşeğin yanında yatan damat gibidir. Sarhoş olan damat, yaptığının farkında değildi. Ne zaman ki, sarhoşluktan ayıldı, gerçekle yüz yüze geldi. İnsana da ölüm gelip çattığında bu hakikatle karşı karşıya kalacak.
Mevlâ'mız ölüm gelmeden hakikati görenlerden eylesin bizleri.
 
Geri
Üst