Yazar Biyografileri

Ce: Yazar Biyografileri

Ege Cansen </B>
Ankara’da doğan Kemal Ege CANSEN, liseyi İzmit Lisesi’nde, Üniversiteyi ise ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi İşletmecilik Bölümü’nde tamamladı. 1961’de şeref mezunu olarak tamamladığı üniversite eğitiminin ardından Arçelik’te işe başladı. Arçelik’ten aldığı bursla gittiği Amerika’da, Wharton School’dan MBA derecesi aldı.

Türk sanayiine yaptığı katkılardan ötürü, 1991 yılında ODTÜ’den takdir ödülü alan CANSEN; İş hayatında Arçelik’te Genel Müdür Muavinliği, Koç Holding’te Sanayii İşleri Koordinatörlüğü, Soyer Hafriyat’ta Müdürlük, Anadolu Endüstri Holding’te Murahhas Azalık gibi görevlerde bulundu.

1987-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi master ve doktora öğrencilerine “İşletme Ekonomisi” dersleri veren Ege CANSEN, halen Yönetim Danışmanlığı yapıyor. 1983 yılında, Hürriyet Gazetesi’nde, “Oyunun Kuralı” başlıklı sütunda başladığı yazarlığa devam ediyor. Handan Hanımla evli olan Ege CANSEN, bir çocuk babasıdır.

MÜSİAD tarafından 2001 yılında düzenlenen Ekonomi Basını Ödülleri çerçevesinde Yılın Yazarı seçildi.

GÜNDEM YORUM GÜNDEM YORUM 16 MAYIS 2001


Eyvah! Para geliyor
Ege CANSEN
Hür 16 Mayıs 2001

ANLAŞILAN, uzun zamandır beklenen dış yardım artık gelecek. Gelecek paranın 15 milyar dolar dolayında olacağı ve belli bir zaman içinde, bölüm bölüm ülkeye gireceği söyleniyor. Şimdi, bu habere sevinelim mi, yoksa üzülelim mi? Yazının başlığına bakılırsa, paranın gelişine pek sevinmemek lazım. Halbuki, bu parayı dört gözle bekliyoruz. Gelsin de işler açılsın, halkımızın yüzü biraz gülsün istiyoruz. Nitekim ben de bundan önceki yazılarımda, böyle bir paranın sisteme şırınga edilmesinin, ekonomik canlanma için elzem olduğunu yazmıştım. Yine de aynı fikirdeyim.

Kasım ayından beri ülkeden epey para çıktı. Bu miktarın 10 milyar dolardan az olmadığı muhakkak. Ekonomi motoru adeta yağsız kaldı, dolayısıyla yatak sarması ve piston sıkışması yaşadık. Piyasalar kilitlendi. Bankalar zora girdi, reel sektör tözekledi, halk fakirleşti. Ekonominin çalışması için, sistemde belli miktarda para olması şart. Paranın yokluğu, sadece ‘‘mali’’ sektörde değil, ‘‘reel’’ kesimde de (yani tarım, sanayi, ticaret ve turizmde de) işlerin aksamasına sebep oluyor. Esasen, ekonomiyi ‘‘reel’’ ve ‘‘reel olmayan’’ diye iki ana kesime ayırmanın maksadı, sistemi bilimsel olarak incelemek içindir. Yoksa bu ayırım, bu iki ana kesim, ekonomi içinde birbirinden kopuk olarak çalışır anlamına gelmez. Hele hele, bu iki kesim arasında ‘‘çıkar ortaklığı’’ değil, ‘‘çıkar çatışması’’ vardır demek kesinlikle yanlıştır. Mali (reel olmayan) kesim olmadan, tarım, sanayi ve ticaret (yani reel kesim) işlemez. Hakeza, tarım, sanayi ve ticaret olmadan da mali kesimin (sadece devlete para satarak) katma değer yaratması mümkün değildir.
Gelecek olan para öncelikle iki işe yarayacaktır. Birincisi, devlet bütçesi takviye edilecek, böylelikle kamu bankalarının rehabilitasyonunun tüm yükü bütçeye (vergi veren halka) binmemiş olacaktır. İkincisi, özel bankacılık kesiminin ‘‘açık pozisyonlarının’’ finansman maliyetini düşürecek, en önemlisi dış borçlarının döndürülmesini kolaylaştırarak, mali kesimin hastaneden çıkmasını sağlayacaktır. Çünkü döviz girişi, dövizin fiyatını, artan enflasyona göre ucuzlatacaktır. İşte, benim ‘‘eyvah’’ dediğim yer burasıdır.

Bilindiği gibi, özel bankalarımızın yaşam sistemleri ‘‘düşük döviz fiyatı ile yüksek Hazine bonosu faizinden’’ ibaret basit bir güç kaynağına (sıcak para mekanizmasına) bağlıdır. Bu yüzden son 10 yıldır süsünden ve püsünden geçilmeyen özel bankalarımızın içi, aslında ‘‘fos’’tur. Nitekim, tek bir devalüasyonda, Deniz Gökçe'nin deyişiyle hepsi bir gecede ‘‘rahmetli’’ hale gelmiştir. Pek tabii, ekonominin tamamını (reel sektör dahil) kurtarmak için, bankacılık kesiminin sorunlarına çözüm geliştirmek şarttır. Benim korkum, bu çözümün yine ‘‘ucuz döviz-yüksek faiz’’ ilişkisinde aranmasıdır. Üretici firmaların koflaşmasına sebep olan bu döviz-faiz tezgáhı, ilk bakışta bankalarımızın derdine çare gibi durmaktadır. Ancak, yaşanan tecrübelerle anlaşılmıştır ki, bu tezgáh sonunda bankaların da mahvına sebep olmaktadır.

Bu aydan itibaren, IMF'den ve sair dış kaynaklardan gelen paralarla, çok kolay olarak bu tezgáh tekrar hayata geçirilebilir. Şimdi yaşanan sıkıntılar da kendiliğinden ortadan kalkar. Ama unutulmasın ki, kısa süre sonra daha beter bir kriz gelir. Dolayısıyla, ekonomimizi ‘‘sıcak para’’ tuzağına yine düşmekten kurtaracak tedbirlerin alınması, bu programın başarısı açısından olmasa da, Türkiye'nin başarısı açısından şarttır.

SON SÖZ: Ben sorunlarımla uğraşırım, Tanrı beni yanlış çözümlerden korusun.


YORUM YORUM YORUM

Kamu üniversiteleri batıyor, özel üniversiteler çıkıyor
Hürriyet 5 Haziren 2001
Ege CANSEN

ANLAŞILAN kamu üniversitelerinde görevli öğretim elemanları için bıçak kemiğe dayanmış ki, rektörler ortak eyleme geçme kararı aldılar. ODTÜ'de görevli bir profesör arkadaşım ayda 700 milyon lira ücret aldığını söyledi. Bu rakamı aşağı yukarı bilmeme rağmen, sanki ilk defa duyuyormuş gibi sarsıldım. Bu ücrete özel sektörde ancak düz memurlar çalışmakta. Bu ülkenin kişi başına milli geliri ne olursa olsun, üniversite profesörlerimizin bu kadar düşük ücret almasını izah etmeye imkán yoktur. Sadece eski Sovyetler Birliği'nin, bugünkü kaotik devletlerinde böyle komik ücretlere rastlanıyor. Orada da hiç olmazsa, kamuda çalışanlar arasında bir ücret ahengi var. Yani kamu görevlilerinin, askeriyle siviliyle, işçisiyle memuruyla ücretleri topyekûn düşük. Böylesi bir tutarsızlık mevcut değil.

* * *

Bir yandan kamu üniversiteleri ücret ödeyememe yüzünden sapır sapır dökülürken, diğer yandan pıtrak gibi süslü püslü özel üniversiteler açılıyor. Adına vakıf üniversitesi denilen bu kuruluşlar, öğretim üyesi ihtiyaçlarını, kamu üniversitelerinin ücret statüsü böyle olduğu için kolaylıkla karşılayabiliyorlar. Bu kaynak kuruyunca ne olacak merak ediyorum. Son olarak İstanbul Ticaret Odası'nın da bir üniversite kurmaya karar verdiğini duydum. Ben, hangi özel üniversitenin niçin kurulduğuna, parayı nereden bulup ne kazandığına henüz akıl erdirememişken, şimdi de ‘‘yarı kamu’’ kimliği olan ve üyelerinden kanun zoruyla para toplayan (bir nevi vergi alan) bir meslek odasının, üniversite kurması karşısında apışıp kaldım. İktisadi hiçbir mantığı olmayan bu yeni teşebbüsün, acaba hukuki bakımından gerçekleşmesi mümkün mü? Yoksa yine ‘‘vakıf’’ tabelası altında yeni bir hülle mi tertipleniyor? Büyüklerimiz ne demiş: ‘‘Hilede (hüllede) çare tükenmez, yalanda sınır yoktur.’’

* * *

Hazine'den beslenme alışkanlığı ile geçinip giden insanlar ve örgütleri, Derviş'in dayattığı değişime karşı tavır koyup ‘‘Hazine'nin yağlı böreğinden’’ daha büyük dilim koparmaya çalıştığı şu sıralarda, üniversitelerin de benzer bir söylemde ‘‘devlet baba, bana para ver’’ korosuna katılması, haklılıklarına gölge düşürecek kadar kötü vakte rastladı. Kritik soru şu: Türkiye, eğitime ve özellikle yüksek öğrenime, milli gelirden yeterince pay ayırıyor mu, ayırmıyor mu? Cevabım, ayırıyor. Kurulan özel vakıf üniversitelerin bütçelerine bakın, kamu üniversitelerinin sözde vakıflarına giren-çıkan paraya bakın, özel hocalara, liselere, ilköğrenim okullarına ve üniversite hazırlık kurslarına ödenen paralara bakın. Kıbrıs hariç yurtdışında okuyan otuz bin öğrenciye harcanan dövize bakın. Fethullah Hoca cemaatinin dünyanın dört bir yanında açtığı okullara bu ülkeden akan paralara bakın. Hatta daha önce kurulmuş, ama şimdi kapanmış veya kapanmamış İmam Hatip Okulları'nın ve pansiyonlu Kuran kurslarının inşa ve idame maliyetini tasavvur edin. Göreceksiniz ki, Türkiye milli gelirinden ‘‘eğitime’’ çok ama çok para ayırıyor.

Demek ki, ayda 700 milyona profesör çalıştıran veya çalıştıramayan üniversitelerin sorunu, Türkiye'de eğitime, milli gelirden yeterince kaynak ayrılmaması değil, bütçeden ayrılan paranın yetersiz kalması. İşte üniversitelerin, ‘‘bütçeden bize daha fazla pay ayırın’’ demeden önce bilincine varmaları gereken gerçek bu. Peki, çözüm nerede? Çözüm, halkın cebinden çıkan paranın üniversitelere akmasında. Kısaca üniversitelerin paralı hale gelmesinde. Eğer devlet, ‘‘okumaya layık ama imkánı kısıtlı’’ gençlere de yüksek öğrenim görme fırsatı vermek istiyorsa (ki vermelidir) onlara doğrudan burs verir. Üniversitelere para değil. Öğrenci de kendi yüksek öğreniminin devlete kaça mal olduğunu anlar. Üniversiteler de öğrenciden aldıkları paralarla hocalarına doğru dürüst maaş verir, hocalar da bilim adamı olur.

SON SÖZ: Bedavaya suyun kaynağı, çabuk kurur.

HAKKINDA YAZILANLAR

HAKKINDA YAZILANLAR
Doktor babası, hasta cildinde ovalar görmüştü
ERCAN KUMCU
Hürportreler Hürriyet 2002 İlavesi

Sayfa komşum olmasının dışında, okurlarından biriyim. Diğer okurlarının ne yaptığını bilmiyorum, ama ben O'nu hep tersten okurum.


Gazetelerin ekonomi ile ilgilenmeye başladıkları bir dönemde ‘‘uzman yorumcu’’ olarak ilk o Hürriyet gazetesinde köşe yazıları yazmaya başladı. Yaklaşık yirmi yıldır okuyucularına ekonomik doğruları anlatmaya çalışıyor. Günlük olayları değil, her olaya uyarlanabilecek temel ekonomik ilkeleri okuyucularına anlatıyor. Anlattığı ilkenin unutulmaması için de yazısının sonuna ‘‘son söz’’ ekliyor.

Ege Cansen'den söz ediyorum. Kendisi, gazetedeki sayfa komşum. Komşu olmanın dışında, en iyi okurlarından biri olduğumu sanıyorum. Diğer okurlarının ne yaptığını bilmiyorum, ama ben Ege Cansen'i hep tersten okurum. Onun yazdığı sayfayı açar açmaz yazısının önce son sözüne bakarım. Daha sonra başa dönüp okumaya başlarım.

Okuduğum her yazısı bana farklı bir bakış açısı sunar. İktisatçı olmam nedeniyle konuları bilsem de, birçok konuda aynı fikirde olsak da, onun konuyu işleyiş biçimi bana yeni bakış açıları kazandırır. Abartmıyorum. Ege Cansen yapısında yazarlar en fazla meslektaşlarına yararlı olurlar.

Gazetelerin ekonomi sayfalarını hazırlayanların da Ege Cansen'den çok yararlandıklarını biliyorum. Kimileri onunla konuşarak bir haberi nasıl işleyebileceklerini öğreniyorlar, kimileri de onun yazılarından esinlenerek ellerindeki haberin önemini daha iyi görüyorlar.

Muhasebe ilkelerini ve şirketlerin bilançolarını okumasını iyi bildiğini yazılarından çıkarmak o kadar zor değil. Zaten, bunları bilmeden ‘‘iyi iktisatçı’’ da olunamıyor. Bildiğini okurlarıyla cömertçe paylaşıyor. Bazı yazıları var ki, son sözünü alıp çalışma odanızın duvarına asmanız gerekiyor. Örneğin (aklımda kaldığı kadarıyla),

‘‘Mevduat sermaye değildir’’

‘‘Şirketlerinin batmasına izin vermeyen sistemin kendisi batmaya müstahaktır’’

‘‘Sen değişmezsen, ben değişmezsem, nasıl çıkar Derviş bu işin içinden’’

‘‘Bizim sorunumuzu, sen-ben değil, ancak biz çözeriz’’

gibi özdeyişleri benim için klasik olmuşlardır.

Ege Cansen'in her yazdığı ile aynı fikirde olduğumu da söyleyemem. Sayıları az da olsa, bazı konularda taban tabana zıt düşünüyoruz. Konunun ayrıntılarına yazıyı uzatmamak için girmiyorum. Fakat, fikir ayrılıklarımızın kökeninde onun mikro, benim de makro bakış açımızın yattığını düşünüyorum.

Dostlarından öğrendiğime göre, bir cilt doktoru olan babası mercekle hastasının cildine bakıp ‘‘dereler, dağlar, ovalar, nehirler görüyorum’’ dermiş. Olaylara bu kadar yakından bakmanın görünüşü ne kadar farklılaştırdığına yönelik olarak iyi bir örnek. Bazı konulardaki fikir ayrılıklarımızın nedeni de, galiba Ege Cansen'in gözünde derecesi benimkine göre daha yüksek olan bir merceğin olması.

O, ekonomi yazarları arasında çıtayı yükselten biri. Keşke, Türk basınında Ege Cansen gibi daha fazla ekonomi yazarı olsa...
 
Ce: Yazar Biyografileri

Erhan Bener ( 1929) </B>
1929 yılında, babasının görevli olarak bulunduğu Kıbrıs’ta doğdu. ılk, orta, lise öğrenimini Anadolu’nun çeşitli il ve ilçe merkezlerinde tamamladı. 1950 yılında, Ankara S.B.F.’ni bitirdi. 1956 yılında A.Ü. Hukuk Fakültesi’nden lisans diploması aldı. 1950-1975 yılları arasında, yurtiçinde ve yurtdışında, çeşitli görevlerde bulundu. ABD’den Hindistan’a, Danimarka’dan ısrail’e kadar çeşitli ülkelerde görev yaptı. 1975 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Emekliliğinden sonra kısa bir süre de avukatlık yaptı. Evli ve iki çocuk babasıdır. Edebiyat yaşamına, 1945 yılında çeşitli dergilerde yayınlanan şiir ve öyküleriyle atılan Bener’in kimi yapıtları yabancı dillere çevrilmiştir. Romanları, öyküleri, anıları, denemeleri ve tiyatro oyunları dışında, çocuk kitapları, çevirileri, radyo oyunları ve sinema-TV’ye yansıtılan romanları ve senaryoları vardır. Fransız-Türk Kültür Cemiyeti, Yunus Nadi ve Orhan Kemal roman ödüllerine, Haldun Taner, Yunus Nadi ve Dil Derneği Ömer Asım Aksoy öykü ödüllerine, Muhsin Ertuğrul Oyun Ödülü’ne, Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Altın Madalyası’na, Fransa’nın l’Officier des Arts et des Lettres (Sanat ve Edebiyat Ustası) unvanına sahiptir.

ESERLERİ
Anafor
Arabalarım
Baharla Gelen
Böcek
Bürokratlar
Dönüşler
Işığın Gölgesi
İlişkiler
Köleler ve Tutkular
Loş Ayna
Ortadakiler
Oyuncu
Ölü Bir Deniz
Sisli Yaz
Sonbahar Yaprakları
Yalnızlar
Yaralı Aşklar
 
Ce: Yazar Biyografileri

Erol Ergüler </B>
1983'te Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. Nükleer tıp ihtisası yaptı. Halen radyonüklid teşhis ve tedaviler konusunda faaliyet gösteren Dr. Ergüler, yaklaşık 10 yıldır tamamlayıcı doğal tıp konularında (ayurvedik tedavi, meditasyon, bitkisel tedavi, hipnoterapi gibi) çalışmalarını sürdürüyor. Türkiye Nükleer Tıp Derneği, Avrupa Nükleer Tıp Derneği, Tıbbi Hipnoz Derneği üyesidir.

ROPÖRTAJ

Dikkat!.. 'Önce hastalığı sonra ilacı pazarlıyorlar'
Nuriye Akman
ZAMAN 29 Ekim 2006

Uydurma hastalıklar üzerinden ilaçları markalaştıran ilaç tröstlerinin sömürülerinden pek haberdar değildik.Doç. Erol Ergüler'den önemli uyarılar

Televizyon, araba, elbise veya cep telefonu gibi ürünlerin markalaştırılarak, insanların bunlara sahip oldukları takdirde mutlu olacağına dönük pazarlama tekniklerine aşinayız. Ancak uydurma hastalıklar üzerinden ilaçları markalaştıran ilaç tröstlerinin sömürülerinden pek haberdar değildik.

Avustralyalı Ray Moynihan ve Kanadalı Alan Cassels tarafından yazılan Satılık Hastalıklar kitabı işte tam bu konuyu işliyor. Nuriye Akman'ın, kitabın çevirisine önsöz yazan Yard. Doç. Erol Ergüler ile yaptığı röportaj, bu zamana kadar üzerine gidilmemiş bu tıp skandalını değişik boyutları ile irdeliyor. Dr. Ergüler, 500 milyar dolarlık sağlık sektöründe dönen dolapları, insanların nasıl hastalık hastası haline getirildiğini, dikkat eksikliği sendromu, kemik erimesi, yüksek kolesterol gibi verilerin nasıl gerçekliğinden kopartılarak uydurma hastalıklar haline getirildiğini anlatıyor. Reçetelere ilaç markalarının yazılmasının çok büyük hata olduğunu kaydeden Ergüler, İngiltere'deki gibi doktorların jenerik ilaç ismini yazması gerektiğini ifade ediyor.
Bayramda bir kitap okudum, beni altüst etti. Adı: Satılık Hastalıklar. Avustralyalı Ray Moynihan ve Kanadalı Alan Cassels tarafından yazılmış, Hayy Kitap basmış. Büyük ilaç tröstlerinin sağlıklı insanlara ilaç satmak üzere geliştirdikleri pazarlama taktiklerini, doktorlara yönelik manipülasyonları, tıp kongrelerinin, sağlık otoritesi kabul edilen kurumların ilaç üreticileriyle çıkar ilişkilerini, kolesterol, yüksek tansiyon gibi bazı risk faktörlerinin başlı başına birer hastalık olarak markalaştırıldığını, bunun dışında yepyeni hastalıklar "icat" edildiğini, vücudun doğal süreçlerinin medya marifetiyle derhal ilaç kullanılması gereken durumlar olarak kodlanıp korku tellallığı yapıldığını, ilaçların yan etkilerinin gizlendiğini, ilaçlara bağlı ölümler nedeniyle devam eden davaları... Daha neleri neleri... 500 milyar dolarlık cirosuyla dünyanın üçüncü en büyük sektöründe dönen dolaplar tabii ki bir söyleşiyle anlaşılmaz. Ama ben kendi payıma düşeni yapmak istedim. Kitaba önsöz yazan Yard. Doç Dr. Erol Ergüler'le konuşmak üzere Marmara Nükleer Tıp Grubu'nun Nişantaşı'ndaki ofisine gittim. Kitapta konu; yüksek tansiyon, depresyon, yüksek kolesterol, menopoz, sosyal anksiyete, dikkat eksikliği sendromu, osteoporoz, irritabl bağırsak sendromu, regl öncesi disforik bozukluk rahatsızlıkları çerçevesinde anlatılıyor. Bence herkesin okuması gereken bir kitap. Dr. Ergüler'in önsöz yazısında belirttiği gibi umarım ortak bilinç denizinde pozitif dalgalanmalar yaratır. Özellikle kolesterol düşürdüğü iddia edilen bazı gıda reklamlarının yasaklanmasına rağmen hâlâ televizyon kanallarında döndüğü şu günlerde...
Satılık Hastalıklar'ı okuyuncaya kadar 'hastalık markalaştırma sanatı' diye bir sanattan, ilaç üretiminin çoğunlukla sağlıklı insanları avlamaya yönelik olduğundan haberdar değildim. Sağlıklı ile hasta olanı ayıran sınır ne kadar geniş çizilirse potansiyel hasta pazarı da o kadar büyük oluyormuş meğer...

Hastalık nedir, ilaç nedir? Onun tarifini yapmazsak konu tam olarak algılanmaz. Hastalık hali insanın doğal yaşantısında olmayan, patolojik diye nitelendirdiğimiz, günlük hareketleri, sosyal ilişkileri, fiziksel ve mental durumunu olumsuz yönde değiştirici bir haldir. Normalde bunları değiştirmeyen bir duruma hastalık adını veremezsin. Modern tıpta hastalık halinin tespiti çoğunlukla kimyasal testlerle yapıldığı için bazı rakamsal sınırlamaları, bu testleri yapan cihazları geliştiren, bu testlerde kullanılan malzemeleri üretenler koyuyor.

Benim kolesterol ve hormon seviyemin normal mi anormal mi olduğunu tıbbi cihaz ve ilaç üreticisi belirliyorsa, satışlarını artırmak için hastalık tellallığı yapması da çok kolay o zaman.

Kolesterol bizim olmazsa olmazımız, bizim kendi yakıtımızdır. Ama bu düşük olunca da, yüksek seviyeye çıkınca da bazı riskleri içerir. Kolesterol düzeyi biraz yükselmiş olan insan, aynı zamanda sigara içiyorsa, hareketsizse, günlük jimnastiğini yapmıyorsa, aynı zamanda bu kişi beslenmeyi bilmiyorsa riskler artar. Bütün bunları aynı zamanda yapabilmek gerekiyor. Yani kardeşim sen yürüyüşünü yaptın mı, beslenme düzenini buna göre koydun mu, sigaranı bıraktın mı? Ha bundan sonra da şu ilacını da kullandın mı? Bu insanı sadece ilaca para verebilecek biri gibi görüp, diğer destekleri koymazsanız o zaman işte art niyetli baktığınız ortaya çıkar. Siz kolesterol seviyesinin normalden düşük olmasının zararı hakkında bir şey duydunuz mu?
Onu duymadım; ama Türkiye'de "ilaç reklamı serbest olsun" diye derin kulisler yapanları duydum...

Asıl sorun bu işte. Bazı ülkelerde çok rahatlıkla ilaç reklamı yapılabiliyor. Doktorun hiçbir tavsiyesi olmadan sadece ilaç firmasının "Nuriye Hanım bu ilacı kullanırsanız, günlük yaşantınızdaki şu şu olumsuz belirtiler yok olacaktır. Bu ilacı alın siz" şeklinde, doktoru bile by-pass ederek ilaç reklamı yapan ülkeler var. Türkiye'nin bu konuda duyarlı olması; ilacın, hastalık teşhisini koyan hekim tarafından yazılması lazım. Üstelik marka olarak da değil jenerik ilaç olarak, yani etken maddesinin belirtilmesi, yazılması lazım. Bazı global şirketler, Türkiye'de ilaçlar reçetesiz olarak marketlerde ya da internetten satılsın diyor. Ben işte falanca kişiye distribütörlük vereceğim. O da bir web sitesi kursun. Evde o da satsın diyorlar. Bir bu yönden dayatma var; bir de reçeteye ilacın marka adını yazmayın, sadece jenerik ilaç yazın diyenler var. Burada kim kazanacak ya da kimin etkisi altına girileceği sorusuna cevap vermek lazım. İlaç firmaları, fütursuzca reklam yapabiliyorsa hastalığın sınırlarının çizilmesinde otorite haline gelmiş demektir. Türkiye'de hiç değilse reklama izin verilmemesi gerekiyor.

Reklamın yanı sıra başka manipülasyonları da anlatıyor kitap. Hem de belgeleriyle. Doktorların bu ilaçlara yönlendirilmesi, bilimsel konferans adı altında uygulanan pazarlama teknikleri, otorite saydığınız sağlık örgütlerinde çalışan üst düzey insanların aynı zamanda ilaç firmalarından maaş almaları, falanca ilaç şirketinin bilmem ne hastalığı vakfına sponsor olması, şöhretlerin bir araç olarak kullanılması...

Tabii kitapta bunları dehşet içinde okuyorsunuz. Bu kitap yapılan korku tellallığını, dönen dolapları son derece belgeli şekilde vermiş.
Bir risk faktörünün apayrı bir hastalık olarak nasıl kodlandığını merak edenler mutlaka okumalı.
Test malzemeleri ve ilacın bir üretildiği yer var, bir de hastalık için teşhis konulan yer var. Maddeyi siz ya da ben üretmediğimize göre o referans aralıklarını, o normal- anormal rakamlarını belirleyen, hastalık çizgisini değiştirebilecek kişiler bunun üretim sorumluları. Siz diyelim bir kolesterol seviyesini ölçüyorsunuz. Diyorsunuz ki Nuriye Hanım'ın kolesterol seviyesi şu noktadan sonraya gittiği takdirde kalp krizine yol açabilir, şu ilacı beş sene içerseniz bu riskten kurtulursunuz.

Ve içmeye ikna etmek için de ayrı teknikler kullanılıyor...

Mesela yüz kişiyi alıyor karşısına, diyor ki, "Üç tane ilacım var. Bunları 5 sene kullanırsanız, birinci ilaç sizi yüzde 33 oranında kalp krizinden kurtaracak. İkincisi kalp krizi geçirme riskinizi yüzde 3'ten yüzde 2'ye indirecek. Diğer ilaç da aranızdan sadece birinin krizini önleyecek. Hangi ilacı alırsınız?" diye sorulduğunda herkes birinci ilacı tercih ediyor. İkna metodu belirleniyor ve reklam da buna göre yapılıyor.

Aslında üçü de aynı şey. Sonuçta kriz geçirme riski sadece yüzde 1 puan aşağı çekiliyor.
Evet. Dolayısıyla bu reklamın bile, bilimsel anlamda sunulan ilacın bile, etkisinin çok büyük etik kurallar tarafından incelenip, doğrusunun verilmesi gerekiyor. Jenerik adı yazılmıyor ilaçların. Marka olarak yazılıyor bizde. Mesela aspirinin jenerik adı asetik salisilik asittir. Yirmi firma da asetik saliktik asit üretir. Hepsinin marka adı farklıdır. İngiltere'de doktor jenerik ilacı yazar reçeteye, ilacın markasını yazmaz. Hasta gittiğinde sağlık kurumundan bununla ilgili uygun ilacı alır. Ama aynı jenerik madde fahiş farklı fiyatlara satıldığı için manipülasyonlar çok olur.
Ve biz aynı etkinliğe sahip olan bir ilacı 1 liraya alma imkanımız varken 10 lira öderiz.
O bir liralık ilacı satmak için bir grup oluşmuş, on liralık ilacı satmak için de başka bir grup oluşmuştur. Bunların her biri bizim ilacımızı kullansınlar diye kendine göre farklı bir tanıtım zincirine girerek farklı bir çekim alanı oluşturmaya çalışacaklardır. Buna müsaade ettiğiniz zaman, her ülkedeki yasalar ölçüsünde o gruplar o pistte danslarını şekilleyecekler. Biri tango yapacak, biri vals yapacak, diğeri harmandalı oynayacaktır.

Doktorların ikna sürecinde, eşleriyle birlikte dünya seyahatleri, beş yıldızlı otellerde ilaç tanıtımları yapılacaktır mesela…

Bir bilimsel kongrenin düzenlemesinde kimler sponsor olur noktasına geldiğinizde giriniz internet sitelerine hepsinin ilaç devleri olduğunu görürsünüz. Kongrelerin yüksek kayıt ücretleri vardır. Hekimlerin maaşlarına kadar varan! Durumu böylece kabullenir, bir hekimin eşiyle birlikte yılda birkaç kongreye katılımını gerekli görürsek, biz de o manipülasyonun parçası olmuşuzdur. Tabipler Birliği'nin önerisi; bilimsel toplantılarda hiçbir zaman sektördeki ilaç ve cihaz firmaları sponsor olarak kabul edilmez. Her kuruluş, her dernek kendi yağıyla kavrularak bu organizasyonları yapmak durumundadır. Kongre ücretleri makul seviyede olmalıdır. Bilimsel toplantıda lüks eğlence neden olsun? Ama pratikte böyle olmuyor. Tabipler Birliği'nin önerisi duymazlıktan geliniyor. Çünkü yasal olarak ellerinde güç yok. Etik olarak kuralları belirliyor. Uyan uysun diyor. Yetkisi az. Kurumsal yaptırımlar söz konusu değil. Tavsiye niteliğinde olduğu için tabip odaları bu konuda daha öteye gidemiyor.
Yaşlılar için kemik erimesi bir hastalık değildir
Gelelim yaşlı kadınların kemik vücut değerlerinin otuz yaş kadınına göre kıyaslanıp, durumlarının hastalık addedilmesine. Yaşlıların kemik erimesi tehlikesine karşı ilaç alması fikri beynimize bir kez yerleşirse pazarın ne kadar büyüyebileceğini düşünebiliyor musunuz? Buna Türkiye'nin bütçesi yeter mi?

Yetmez tabii. Emekliler böyle bir pazarın zaten oluşmuş olduğunu bilmiyor mu? Kabul günlerinde bile benim kemik erimem için, kolesterolüm için, romatizmam, tansiyonum için ilacım şu kadar kaldı. Haftaya doktora vitaminlerle beraber yazdıracağım demiyorlar mı?

Kemik dansitometresi kemik erimesini direkt olarak göstermez. İdrarda ve kanda bazı maddeler de ölçülür. Bunlara göre kemik erimesinin miktarı uzman muayenesiyle tayin edilir. Bu yapılmadan sadece kemik dansitometresine göre bir sonuca ulaşılmamalı. Kemik dansitometresi bir ülkede yapılır, değişik ülkelere satılır. Kemik yoğunluğu her ırkta ve bölgede farklı değerlerde olur, normali bölgelere göre değişebilir. Tek bir normal değer ortaya koyarsanız ve bu ölçüyü dar tutarsanız etrafınızdaki çoğu insana kemik erimesi hastalığı etiketi yapıştırılır. Zaten yaşlılıkta kemik yoğunluğu azalmak zorunda.
Kemik erimesi aslında yaşlıyı hafifleştirerek hayatını mı kolaylaştırıyor yani?..
Yaşlı bir insanın hafif olması lazım. Yaşlı bir insan ağır olursa zaten doğal olarak hareket kabiliyeti zorlanır. Kırık riski yüksek kişiler ilaç kullanmalı, kemiğim güçlensin diye herkes kullanmamalı. Kalsiyumun azlığı nasıl bir hastalıksa, fazlalığı da aynı şekilde bir hastalık. Doğal bir döngüdür kemik erimesi, bir hastalık değildir. Kemiğin kırılacak noktaya kadar gelmesi kötü beslenme ile de ilgili.
Birçok insan kalsiyum hapları peşinde koşuyor.
Kalsiyum hapları peşinde koşuyorsun da senin yediğin peynir, yoğurt, süte ne oldu? Onlar üvey evlat değil. Üvey kalsiyum diye bir şey yok. Burada işte büyük kitlelere empozeler, insan sağlığına uygun olmayan bilinçsiz reklamlar, tanıtımlar, yönlendirmeler... Yasal boşluklar var. Tabipler Birliği'nin sözü dinlense ya da jenerik ilaç yazılsa bunları tartışmamıza belki gerek kalmayacak. Ama böyle boşluklar olduğu zaman herkes kendi senaryosunu yazıp kendi filmini çekiyor. O nedenle kemik erimesini önleyici ilaçları, gerçekten, patolojik olarak kemik erimesi olan kişilerin kullanması gerekir. Hasta olup olmadığını bilmeden, sadece benim yaşım geldi, menopoza girdim, kemik erimem başlamıştır, ben bu ilaca mahkumum şeklinde bir düşünce oluşuyorsa kişi büyük yanılgıdadır.
İnsanın kendi doğal savunma mekanizmalarını kırmak, sonuçları vahim olacak büyük bir hatadır. Doğal olarak sahip olduğumuz mekanizmaları güçlendirmek yerine kimyasal ilaçlara niçin öncelik verelim? Üreticiler ilaçlarını öyle pazarlıyorlar ki kişiler bunu kendileri, gönüllü olarak alıyor. Bu haysiyetsiz global deneyin denekleri olmak istemiyorsanız sevdiklerinizi uyarın.

Yaklaşık 10 yıldır tamamlayıcı doğal tıp konularında (ayurvedik tedavi, meditasyon, bitkisel tedavi, hipnoterapi gibi) çalışmalarını sürdüren Yard. Doç. Erol Ergüler, 500 milyar dolarlık sağlık sektöründe dönen dolapları anlattı.

Menopoz bir hastalık olarak kodlandı son zamanlarda. Menopoz hastalıksa dünya kuruldu kurulalı bütün kadınlar ya hasta ya da potansiyel hasta mı oluyor?

Menopoz kimi çevrelerde gösterildiği, kimi mesajlarda verildiği gibi bir hastalık değildir. Menopoz çağında hastalıklar vardır. Herkesi menopoz dönemine girecek diye potansiyel hasta görüyorsanız burada bir art niyet söz konusudur. Sağlığa ve etiğe aykırı bir durum vardır.
Menopoz östrojen kaybı olarak tanımlanınca, bu maddenin eksikliğini tamamlama işi, yani ilaç satışı meşrulaştırılmış oluyor. Öte yandan bu hormon ilaçlarının meme kanserine, kalp krizine, vs.'ye yol açtığı gizleniyor.

Mesela tansiyonda da aynı şey var. Tansiyonun sınırları daha aşağıya çekildi eskiye göre. Daha aşağıya çekilince bu sefer tansiyon ilacı kullanması önerilen insan sayısı birdenbire üç katı arttı Amerika'da. Bir gecede şüpheli tansiyon hastası grubu üç kat büyüdü. Bunlar tıbben kabul edemeyeceğimiz şeyler. Şu an piyasada satılan ürünlerin kendisi yanlış değil. Ama ilacı kullanmaması gereken kitleye kullanmasının empoze edilmesi çok yanlış.
İlaç firmaları, Tabipler Birliği, Sağlık Bakanlığı, herhangi bir üniversitedeki bir grup bilim adamı başka başka şeyler önerebiliyor. İlaç kullanımı konusunda kime inanacağız?
Burada yapılması gereken şey, suistimalleri, art niyetleri ortaya çıkarmak. Herkes kendisine göre bir otorite olursa, kurumların işbirliği olmazsa, bütünlük oluşmazsa bu deprem devam eder. Menopoz konusunda ilaç kullanan kişilerin yarıdan çoğu doktoruna danışmadan alıyor.
Bir sağlık ocağına gidin. Menopoz ilaçlarının yazılmasına bakın. Herkes sağlık karnesini getirir, 'Benim şu ilacım bitti bunu alacağım, devam edeceğim' der. Ve çoğu hasta kendi kafasından devam eder. Başlangıçta doktor belki bir süre için vermiştir ilacı; ama kişi yönlendirmelerin etkisinde sürekli almaktadır.
Çünkü bilinçaltı dolu bu kadının. Kendilerini falanca hastalığın tedavisine adamış ünlü şarkıcılar, artistler televizyonlarda, "Aman sakın ihmal etmeyin ilaç almayı" diyorlar.
Sağlıkla ilgili otorite olmayan kişilerin söylediği sözlerde bir art niyet ve çıkar aramak lazım.

Bunun arkasındaki bilimsel gerçeği aslında insanın sorgulaması gerekiyor. Sorgulayamadığı ölçüde, cehaleti ölçüsünde yapılacak bir şey yok burada. Menopoz konusunda bizim önerimiz şu: Öncelikle, hastanın hekimine tam olarak güvenmesi lazım. Kesinlikle tetkikleri yapmadan kafasına göre ilaç almaması lazım. 'Yaşım geldi, benim menopoz dönemim geldi. İlaç alayım' diye bir düşünce olmaması lazım. Kişiler, bire bir hekimlerinden çok diğer etkileşim alanlarından etkilenerek kendi kafalarına göre ilacı kullanmakta. Türkiye'de etkin takip sistemi olmadığı için oradaki doktor, 'Ha bunun gittiği uzman var, istemiş. Ama ilacı yazdırmak için bana geliyor Emekli Sandığı'ndan. O zaman kırmayayım yaşlı teyzemi yazayım' diyor, yazıyor.
Ama siz asla 'menopoz ilacı almayalım' demiyorsunuz...

Tabii, ergenlik çağındaki bir kızda östrojen seviyesi farklıdır, doğurganlık çağındaki kadında farklıdır, menopoz dönemindeki kadında farklıdır. Her yaşın kendi içerisindeki normal değerlerin çok dışında olan özel durumlarda eksiklik neyse, ne gerekirse onun yapılması lazım. Çocuk da şeker hastası olabilir, erişkin birisi de, gebe birisi de, astımlı birisi de şeker hastası olabilir. Menopozdaki birisi de, yaşlı birisi de şeker hastası olabilir. Hepsindeki yaklaşım farklı şekildedir. İlaçlar ve cihazlar insan sağlığı için üretiliyor. Ama ben bu ilacı madem ürettim, buna hedef olan kitle on kişiyse yüz kişiye çiklet gibi bunu satayım diye, yasal ve etik boşlukları daha üst düzeyden denetleyen çokuluslu bir sistem varsa orada durmak lazım. 'Aa bak şu ülke başıboş, şu ülkeye de şunu uygulayalım da birkaç milyon dolar da buradan kazanalım' dendiği takdirde bize ancak konuşmak düşüyor.

Durmadan normal değerleriyle oynanan yüksek tansiyon bir hastalık mıdır? Yoksa kalp krizi, felç vs. hastalıklar için bir risk faktörü müdür?
Tansiyon normal bildiğimiz sağlıklı, atletik, sporunu yapan genç bir insanda 12'ye 8'dir. 7'de olursa, 9'da olursa fena değil. 12 olan tansiyonumuz da 10 buçuk ile 13, 14 arasında olursa yine normaldir. Biraz yüksek çıkarsa 'Acaba heyecanlandınız mı, korktunuz mu, merdiven mi çıktınız, üşüttünüz mü, bir sıkıntınız mı var?' diye düşünülebilir. Yani o an heyecanlanmıştır, doktorun muayenesine ilk defa geliyordur, tansiyonu yüksektir. Sonraki normal çıkar. Öteki türlü de ölçtükleriniz neye bağlıdır? Tok karnına, aç karnına rahatken, gevşekken farklıdır. Bir kardiyolog ve dahiliye uzmanının yönlendireceği şekilde kalbi dinlenir, elektrosu çekilir, kanda tansiyonu yükseltici bir madde var mı ona bakılır, bu şekilde tetkiklerden sonra tansiyon yüksekliği varsa probleminin çözülmesi lazım. Şimdi günlük yaşantımıza bakıyoruz, birisi komşusuyla kavga ediyor evdeki aletle tansiyonu ölçülüyor, yüksek çıkınca gidip eczaneden ilaç alınıyor. Veya bir polikliniğe girilip ona bu tetkikler yapılmadan 'al şu ilacı kullan, şu kadar süre sonra gel' deniliyor. Bu yasal ve etik boşlukları da promosyona dayalı uluslararası sistem dolduruyor. Üreticiler ilaçlarını öyle pazarlıyorlar ki kişiler bunu kendileri, gönüllü olarak alıyor.

Doktorlarla ilaç şirketleri arasındaki ilişkileri düzenleyen yasa var mı?

Yok. Sadece Sağlık Bakanlığı'nın haziran ayında ilaç firmalarının doktorları ziyaret saatiyle ilgili bir genelge yayınladığını biliyorum.
Size göre ilaç represantları doktorun yanına girebilmeli mi?

Kesinlikle girmemeli. Ama ilaç firmalarının yaptığı ilacı sadece hekime tanıtması gerekiyor. Bir doktora bir ilacı, bir pazarlamacı hangi bilimsellikle tanıtabilir? Daha bilimsel yollar denenmeli.

İlaç firmaları fakirlerde görülen hastalıklar için çaba göstermiyor sanki?

Mesela girin internete, tüberküloz hastaları için hiçbir sponsorluk, hiçbir destek, hiçbir kongre, hiçbir faaliyet göremezsiniz. Çünkü tüberküloz fakir hastalığıdır. Para veremez, alamazsınız zaten ondan bir şey. Verem savaş dispanserine gidersiniz ilacınızı alırsınız. Onlarla ilgili hiçbir promosyon, hiçbir tanıtım yapılmaz. Ama işte menopoz denince herkes ayağa kalkar. Kolesterol deyince herkes hoplar zıplar. Biraz da tüberküloz pistinde dans etsenize. Bu arada sivil toplum örgütleri gerçekten iyi bir şey yapmak istiyorsa tekrar hortlayan tüberkülozla ilgilensin.

Niye ilgilensin ki! Çocuklarda 'dikkat eksikliği sendromu' diye bir şey uydurulmuşken, sınav problemi olan bütün çocuklara ilaç satmak varken, üreticileri kazançlarıyla yetinmezken, çocukluğun en fazla 10 yıl sürdüğünün farkına varıp, 'yahu ben yetişkinlere de dikkat eksikliği sendromu ilaçları üreteyim' derken… Bu toplum nasıl toplayacak dikkatini hocam?
Sağlık Bakanlığı'nın halkı bilgilendirmeye daha aktif bir şekilde zaman ayırması lazım. Hem kuruluş bünyelerinde hem de internet sitesinde, bu bilgileri çok daha detaylı, anlaşılır, uyarıcı biçimde vermesi lazım. Mağdur durumda olan kişi en azından Sağlık Bakanlığı'nın sitesine girip doğru bilgiyi oradan almalı. Üniversitelerin de yine aynı şekilde bilgilendirme sitelerini oluşturmaları gerekiyor. Çoğu üniversitenin web sitesinde o ayın yemek listesi bile yayımlanıyor personel için, ama hastaları uyarıcı bilgi fazla bulamazsınız. Bakın kolesterol düşürdüğü iddia edilen bazı gıdaların reklamlarının yasaklanması gündemde. Sanayi Bakanlığı ile firmalar tartışıyor, acaba vatandaş bu konuyla ilgili Sağlık Bakanlığı'ndan veya diğer kuruluşlardan, üniversitelerden, sivil toplum kuruluşlarından aydınlatıcı ve doğru bilgi alabiliyor mu?
Kolesterol ilacından insanlar öldü
FDA (Food and Drug Administration) diye bir kurum var. İlaç ve gıda konusunda en büyük otorite. Kitaptan öğrendiğime göre oradaki karar vericilerin çoğu özel ilaç firmalarından maaş alıyormuş.

FDA, Amerikan hükümetinin sağlıkta en önemli kurumudur. Bütün ilaçların ruhsatı FDA tarafından verilir. O vermedikçe de diğer ülkeler bunu almazlar ve ithal etmezler. Çünkü gümrük sizden FDA onayını ister. FDA'nın çeşitli komisyonlarında bilirkişi olarak görev yapan etkili dokuz kişiden sekizinin ilaç şirketleriyle mali ilişkide olduğu kitapta çok net gösteriliyor. Yüksek seviyede kullanılan ilk jenerasyon kolesterol ilaçlarından dolayı insanlar ölmeye başlayınca FDA ruhsatını iptal etti geçmişte. Kitapta hangi ilaçlar olduğu tarih ve isimleriyle yazıyor. Şimdi burada konu şu: İlaç sektörü insanlık için çok iyi buluşlar yapacak. İlaçlar üretecek. Ve bu ilaçları satıp para kazanacak. Bunlar hayır kurumları değil, özel şirketler. Dolayısıyla para getirecek ilacı üretmek için gayret sarf edecekler. Hayır için değil.

TV'deki sağlık programları eksik ve yetersiz
Bazı gazetelerde yanıltıcı reklamların yasaklanma haberleri "haksız rekabet" imasıyla verildi. Kimse bu ürünleri destekleyen Kalp Vakfı'nı sorgulamıyor. Televizyondaki sağlık programlarını izlerken nelere dikkat ediyorsunuz?
Çok acele yapılan programlar olduğunu görüyoruz. O konuda hiç detaya girilmemiş, incelenmemiş, eksik olduğunu görüyoruz. Seyirci tüm detayıyla sağlıklı bir bilgi alamıyor. Bir ilaç, cihaz ya da hastanenin promosyonu yapılıyor gördüğüm kadarıyla. Dolaylı da olsa onun empozesi var.
Doktor Bey, ben sağlıklı olduğumu düşünüyorum. Acaba yeterince test yaptırmadım mı?!.

(Gülüyor) Çok güzel. Bu iyi bir slogan. Kitaptan almışsınız. İki insana elli tane test yaptınız. Biri birine uymayacaktır. Hangisi normal? Birine bozuk demeniz lazım, birine normal demeniz için. Beş yüz insanda da bunu yaptığınız zaman, her insanda mutlaka farklılıklar olur. Bu farklılıkları hastalık gibi gösterirseniz kişi der ki, 'madem ben hastayım, tedavi et'. Tedavi etmek için de ilaçlara ihtiyacınız var. Dolayısıyla önce insanların sağlıklı olduğu noktaları bilip onlara destek olabilir ve hasta olmalarına engel olmaya çalışırsak sağlık sektörü olarak bizler görevimizi yapmış oluruz. Hastalık haline gelmiş ciddi vakalar için zaten ilaçlar bellidir. Onlar kullanılır. Ama işte burada hastalık ortaya çıkmadan sadece hastalık ihtimali ortaya çıkmışken insanlara, 'fırsatını bulduk, bu ilacı satalım' demek tamamen büyük bir hata.

Sadece maddi sömürü değil bu, insanın acıyla baş edebilme kapasitesini de çökertmek oluyor sanırım.

Evet, insanın kendi doğal savunma mekanizmalarını kırmak da sonuçları vahim olacak büyük bir hatadır. Doğal olarak sahip olduğumuz mekanizmaları güçlendirmek yerine kimyasal ilaçlara niçin öncelik verelim? Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi bu haysiyetsiz global deneyin denekleri olmak istemiyorsanız sevdiklerinizi uyarın.

Ben de zaten bu tavsiyeyi dikkate alarak geldim. Ben de okurlarımı uyarıyorum.
 
Ce: Yazar Biyografileri

Erol Bilbilik ( 1935) </B>
1935 İstanbul doğumlu. 1950-1954 Heybeliada Deniz Lisesi mezunu. 1956 Deniz Harp Okulu’nu bitirdi ve Deniz Asteğmeni oldu, 1971 Deniz kuvvetlerinden Binbaşı rütbesiyle ayrıldı. 1979 Ulaştırma Bakanlığı Fen Kurulu Üyeliğinden emekli oldu. 1961, 1969 ABD ve Almanya’da kısa süreli eğitimler, Makine-Motor, Gemi İnşa ve inşaat sektöründe yöneticilikler yaptı. 1993’den bu yana araştırmacılık ve yazarlık yapmakta. Evli ve bir çocuk babası.
 
Ce: Yazar Biyografileri

Erol Güngör ( 1938)- (24.04.1983) </B>
Yazar, fikir adamı. Kırşehir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketinde yaptı. İ.Ü. Hukuk Fakültesi'nde bir süre okuduktan sonra İ.Ü., Edebiyat Fakültesi'ne geçerek Felsefe Bölümü'nü bitirdi (1961). Prof. Dr. Mümtaz Turhan'ın yanında sosyal psikoloji asistanı oldu. 1965'te doktorasını verdi. İki yıl ABD'de Colorado Üniversitesi'nde araştırmalar yaptı. 1971'de doçentliğe, 1978'de profesörlüğe yükseldi. 1982'de Konya Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü'ne getirildi. İstanbul'da öldü.

ESERLERi:

AHLAK PSiKOLOJiSi ve SOSYAL AHLAK

Bu eser, Prof. Dr. Erol Güngör'ün "Ahlâk Psikolojisi" (1974) ve "Sosyal Ahlâk" (1975) konularında kaleme aldığı, bu güne kadar yayınlanmamış iki eserinden meydana getirilmiştir.

iSLAMIN BUGÜNKÜ MESELELERi

20. Asrın ikinci yarısında görülen İslâm Uyanışı dünyanın büyük ilgisini çekmektedir. Bütün İslâm dünyasını incelemekle beraber, Türkiye'ye ağırlık vermiştir.

iSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERi

Erol Güngör bu eserinde, sosyal ilimci gözüyle İslâm dünyasının tasavvufî meselelerini ele almaktadır.

TÜRK KÜLTÜRÜ ve MiLLiYETÇiLiK

Yazar bu eserinde milliyetçilik ile Türk kültürü arasındaki münasebetlere sosyal-psikoloji açısından bakmaktadır.

KÜLTÜR DEĞiŞMESi ve MiLLiYETÇiLiK

Bu eserde kültür değişmeleri, zihniyetimizde meydana gelen değişmeler ve milliyetçilik meseleleri arasındaki ilgiler üzerinde durulmuştur.

DÜNDEN BUGÜNE

Milliyetçilik fikirlerinin temel kaynakları olan tarih ve kültür meselelerini, sosyal ilimci gözüyle, tahlil etmekte ve okuyucunun meselelere bakış açısı kazanmasını sağlamaktadır.

TARiHTE TÜRKLER

Bu eser sosyal ilimci gözüyle Türk tarihinin başlangıcsından günümüze bir tesbitidir.

SOSYAL MESELELER ve AYDINLAR

Erol Güngör'ün Ortadoğu ve Millet gazetelerinde neşredilenlerin haricindeki makalelerinin toplanmasıyla meydana getirilmiştir.

DÜNYAYI DEĞiŞTiREN KiTAPLAR

Bu kitap batı dünyasının -ve dolayısıyla bütün dünyanın- bugünkü halini almasında büyüktesirleri olmuş bulunan on altı eseri asıllarından ve bütünüyle okuma imkanı bulamayanlar için tertiplenmiştir.

BATI DÜŞÜNCESiNDEKi BÜYÜK DEĞiŞME

Bu eserde Avrupa düşüncesinde 1680-1715 tarihleri arasında yer alan köklü değişmesinin hikâyesini anlatıyor
 
Ce: Yazar Biyografileri

Erol Özbilgen ( 1935) </B>
1935 yılında İstanbul’da doğdu. Evli ve bir çocuk sahibi. Devlet memurluğundan emekli. Fransızca ve İngilizce bilmektedir.
I- Öğrenciliği: Mezun olduğu okullar: İTÜ İnşaat Fak.; İÜ Ed. Fak. Son Çağ Tarihi Bölümü. Doktora: İÜ Ed. Fak. Tarih Anabilim Dalı Sonçağ Tarihi. Öğrencilik yaptığı okullar: Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü (1 yıl), İÜ Hukuk F. (1 yıl), İÜ Fen F. Matematik-Astronomi Bölümü (1 yıl).
II- Resmi Görevleri: İnşaat Yüsek Mühendisi olarak: (Büyükşehir Belediyesi ve çevre belediyeleri olarak bölünmeden önce) İstanbul Belediyes (son) İmar Müdürü, Vakıflar İstanbul Bölge Müdürü (son görevi). İÜ Ed. F. mezunu olarak: İst. Belediyesi Kütüphane ve Müzeler Müdür.

III- Üyesi Olduğu Kuruluşlar: Hâlen "Türkiye Hayvanları Koruma Derneği" yönetim kurulu üyesidir.
IV- Yazarlık Çalışmaları (1975'ten itibaren): a- Makale telifi: İnsan bilimleri, bibliyografya, kültür, edebiyat ve sanat tarihi konularındaki yazıları Dergâh, İlim ve Sanat, Kadın ve Aile, İslam, İzlenim, Antik-Dekor, Antika Kültürü, Tombak gibi dergilerde ve Tercüman, Yeni Şafak ile Zaman gazetelerinde yayınlanmıştır. Zaman Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapmaktadır.

ESERLERİ: Malatya'da Koca Mustafa Paşa Hanı'nın Restitüsyonu Hakkında (Mimarlık Tarihi) Osmanlı Hukuku'nun Yapısı (Hukuk Tarihi) Mağlupların Zaferi (Sosyal Tarih) Pozitivizm'in Kıskacında Türkiye (Kültür Tarihi).
 
Ce: Yazar Biyografileri

Ersin Salman ( 04.02.1941) </B>
4 Şubat 1941 Ankara doğumlu.Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdi.1964’te açılan sınavı kazanarak TRT’ye girdi, 1971 sonuna kadar TRT Ankara Radyosu’nda program yazarı ve yapımcısı olarak çalıştı, yanı sıra radyo oyunları yazdı ve uyarladı.12 Mart darbesinden sonra meslek değiştirmek zorunda kaldı, 1971 Aralık’ında Manajans’ta reklamcılığa başladı. 1975’te üç ortağıyla birlikte Ajans Ada’yı kurdu.Ajansk Ada 1993’te Merkez Ajans’la birleşerek Adam Tanıtım; aynı yıl için The Lowe Group’a hise devrederek Lowe Adam adını aldı.Ersin Salman Anadolu Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans düzeyinde 'Reklamcılık ve Halkla İlişkiler', Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde "Reklamcılık Bilgileri" dersleri verdi. "Sürekli Aydınlık için 1 Dakika Karanlık" eylemine öncülük eden Aydınlık için Yurttaş Girişimi’nin yanı sıra, Sivil Anayasa Girişimi’nin de gönüllü üyelerinden olan Salman, Reklamcılar Derneği Başkanlığı, Türkiye/Yunanistan Dostluk Derneği Genel Sekreterliği yaptı; Reklam Yazarları Derneği, 1907 Fenerbahçeliler Derneği ve TÜSİAD üyesi. 1991’de Cumhuriyet Gazetesi’nin Yunus Nadi Yarışması’nda "şiir" dalında mansiyon aldı. 1994 yılında "Misafir Terlikleri" adlı şiir kitabı Oğlak Yayınları’nın "İlk Yapıtları" dizisi içinde çıktı. Salman şiirlerini Adam Sanat Dergisi’nde yayımlıyor, yazılarını Radikal Gazetesi’ne yazıyor
 
Ce: Yazar Biyografileri

Ersin Nazif Gürdoğan ( 1945) </B>
1945 yılında Eskişehir’de doğdu. Temel üniversite eğitimini İTÜ’de makina mühendisliği alanında yaptı. İ.Ü. İşletme İktisadı Enstitüsünün uzmanlık programını 1968 yılında tamamladı. Devlet Planlama Teşkilatında 1968 ve 1972 yılları arasında proje değerlendirme uzmanı olarak çalıştı. Bu arada bir yıl İngiltere’de incelemelerde bulundu. Erzurum Üniversitesinde 1972’de akademik çalışmalara başladı. Görevini 1976’da A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesine aktardı. Doktora çalışmasını 1975’de bitirdi, 1987’de doçent, 1994’de profesör oldu. Mavera dergisinin kurucularından olan Gürdoğan evli ve üç çocuk sahibi, Yeni Şafak gazetesi köşe yazarı.

ESERLERİ
Teknolojinin Ötesi, Kültür ve Sanayileşme, Görünmeyen Üniversite, Kirlenmenin Boyutları, Hicaz’dan Endülüs’e, Zaman’ı Aşan Şehirler, Günler Akarken İz Y.
 
Ce: Yazar Biyografileri

Erşat Hürmüzlü </B>
Irak Türkmenlerinin aydın şahsiyetlerinden biri olan Erşat Hürmüzlü,1943 yılında Kerkük'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kerkük'te tamamladı.1959 yılında Bağdat Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi.1963'te hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra sigortacılık alanına yöneldi. İşinin büyük bölümünü yurt dışında başarıyla yaparak, bağlı bulunduğu sigorta şirketinin Kerkük şubesine müdür olarak atandı.1980 yılında bazı nedenlerden dolayı Irak dışına çıkarak, Türkiye ve Suudi Arabistan da hayatını sürdürmektedir.

Arap dünyasında Irak Türkmenlerinin bir Kültür adamı olarak tanınan Hürmüzlü'nün, edebiyatla ilgisi, çok genç yaşlarda başladı. Bağdat'ta henüz üniversite öğrencisi iken, Bağdat Radyosu'nda açılan Türkmence Bölümü'nde, başarı ile yürüttüğü Radyo Dergisi adlı programı, yıllarca edebiyat meraklıları tarafından zevkle dinlendi.

Şiirlerinde sade bir dil kullanan Erşat Hürmüzlü, hece vezni ile serbest biçimi de denedi.Şiiri amaç değil, araç olarak ele alan Hürmüzlü, asıl edebî başarısını yazılarında gösterdi.Özellikle fikir alanında yazdığı denemeler, bir dönem Kardaşlık dergisinin sayfalarında, birçok okuyucu tarafından merakla okundu. Bir kısmını takma adlarla yazdığı bu makale ve denemeleri ile hem edebî, hem de düşünce yönünden, yeni yetişen bir gençlik kuşağını geniş çapta etkilemiştir. Kardaşlık ile Türk Kültürü dergilerinde yayımlanmış şiir ve çok sayıda inceleme ve deneme yazıları, ne yazık ki bir kitapta toplanmamıştır.

Irak Türkmenlerinin kültür evi olan Kerkük Vakfı'nın kurucu üyelerinden biridir. Vakıf tarafından çıkarılan Arapça, Türkçe ve İngilizce, 3 ayda yayınlanan Kardaşlık dergisinin yazı kurulu üyesidir.

Eserleri:

1.El-Türkman fi'l-Irak.Bağdat,1971 / Arapça
2.Irak Türkmenleri. İstanbul, 1991 (2.Baskısı:Ankara, 1994).
3.Türkmen ve Irak. İstanbul, 2003 / Arapça
 
Ce: Yazar Biyografileri

Ertuğrul Düzdağ ( 1941) </B>
1941’de Bursa’da doğdu. İlkokulu Yenişehir ve Bursa’da okudu. Haydarpaşa Lisesi’ni ve İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1965). Fakülte yıllarında, haftalık Yeni İstiklâl gazetesinde çalıştı ve yazdı. İstanbul ve Bursa’da, İslâmcı faaliyetlerde bulunan Milliyetçiler Derneği’nin çalışmalarına ve Risâle-i Nur hizmetine katıldı. Yedek subaylığından sonra Özel Fatih Erkek Lisesi’nde idareci ve öğretmen olarak çalıştı (1967-71). 1968’de evlendi. Haftalık Sebil gazetesinde aralıklarla yazarlık ve son devrede genel yayın müdürlüğü yaptı (1976-80). MED Yayınevi’ni kurarak sekiz kitap yayınladı (1978-82). MÜ İlâhiyat Fakültesi Vakfı içinde “Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi”ni kurdu (1985), neşriyatta bulundu, konferanslar tertipledi ve talebeye “Safahat dersleri” verdi (1986-89). Günlük “Zaman” gazetesinde köşe yazarlığı yaptı (1987-89). Evliliğinden altı çocuğu olan ve torunları bulunan Düzdağ, 1985’ten sonra Hacc’a ve Umre’ye gitti. 1967’den itibaren çeşitli yayınevlerinde kitapları çıktı.

ESERLERİ: Yakın Tarihimizde Gizli Çehreler, Buhranlarımız ve Son Eserleri (Said Halim Paşa’dan), Mehmed Âkif (Süleyman Nazif’ten eski metniyle birlikte), Safahat (Mehmed Âkif’ten eski metniyle birlikte tenkidli neşir), Volkan Gazetesi (aynen neşir ve tedkik), Tarafsız Değilim, Yakın Tarih Yazıları, Düşman Acımaz, Müslüman Âile, Başörtülü Melekler, Mehmed Âkif Ersoy Hayatı ve Eserleri, Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar, Bütün Yazıları (Mehmed Âkif), Bütün Tercümeleri (Mehmed Âkif), Çocukluk ve Medrese Hâtıraları (Muallim Nâci’den), Başımıza Gelenler (Mehmed Ârif’ten), Türk ve Arab (Çerkeşşeyhizâde Halil Hâlid’den eski metniyle ve Arapçasıyla birlikte), Gazavât-ı Hayreddin Paşa (Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hâtıraları, Seyyid Murâdî REİS ’ten), Târihçe-i Vak’a-i Zağra (Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin Hâtıraları), Şeyhulislâm Ebussu’ud Efendi’nin Fetvalarına Göre Kanunî Devrinde Osmanlı Hayatı, Yakın Tarihimizde İslâm ve Irkçılık Meselesi, Yakın Tarihimizde Dönmeler ve Dönmelik Meselesi, Yakın Tarihimizde Masonlar ve Masonluk Meselesi, Turfanda mı Yoksa Turfa mı? (Mizancı Mehmed Murad’dan “Mansur Bey” adıyla roman), 31 Mart Vak’ası Derviş Vahdetî ve İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti.
 
Geri
Üst