Dilde Etkileşim ve Ulusal Dil
Dilde Etkileşim ve Ulusal Dil Dilde Etkileşim ve Ulusal Dil
Prof. Dr. A. Hamit SUNEL
Bilkent Üniversitesi
Sayın konuklar, bana ayrılan sürede dilde etkileşim ve ulusal dil konusuna, zamanın kısıtlılığı sebebiyle, örnek sayısını az tutarak ve bilimsel terminoloji kullanımından elimden geldiğince kaçınarak değinmek istiyorum.
Uluslar arasındaki ilişkilerin başlıcalarından olan siyasî ve ticarî ilişkiler zamanla kültür alanında, özellikle de dil alanında etkileşime yol açarlar. Anadolu’ya gelene kadar ve buraya yerleştikten sonra uzak yakın komşularıyla girmiş olduğu değişik ilişkiler sonucu, bu kültürlerle dil konusunda da etkileşime girmiş olan ulusumuz, genelde, etkileyen değil, etkilenen konumunda olmuştur. Bizim dilimizden de diğer dillere geçen kelimeler ve yapılar olmuş ise de, diğer dillerin dilimiz üzerindeki etkilerine oranla çok düşük düzeydedir.
Kayda değer nitelikte olmak üzere, etkilendiğimiz diller Doğu’da Arapça ve Farsça, Batı’da ise tarih sırasıyla, İtalyanca, Fransızca, Almanca ve İngilizce’dir. Bu kötü alışkanlığımız hâlâ devam etmektedir, hem de artarak. İslâmiyeti benimsedikten sonra, dilimize Arapça’dan giren dinî kökenli kelimelerin ardından Farsça’dan da kelimeler girmiş, onüçüncü yüzyıldan sonra Türkçe önemini yitirmeye başlamış, dinde Arapça’nın, edebiyatta ise Farsça’nın etkisiyle, zamanla halkın anlayamadığı güya bir seçkinler dili oluşmuştur.
Ne yazık ki, dünyanın hemen hemen bütün imparatorlukları egemenlikleri altına aldıkları yerlerde kendi dil ve kültürlerini yayarlarken, Selçuklular ve Osmanlılar etkilenmeyi seçmişler, kültür ve dil alanında kapılarını yabancı etkisine sonuna kadar açmışlar, zamanla yazarlar eserlerini Arapça ve Farsça kaleme almışlar, bunun sonucu olarak da halktan kopmanın yanı sıra, kendi dilimizde olmayan bir edebiyatın doğmasına sebep olmuşlardır. Mesnevi Farsça yazıldığı için, bir çok ülkenin kütüphanelerinde Fars edebiyatının eserleri arasında yer almaktadır. 15. yüzyıla gelindiğinde, imparatorluğun kültür hayatında Türkün de, İranlının da, Arabın da anlamadığı bir dil kullanılır olmuş, bu durum Cumhuriyet’e kadar git gide artarak sürmüştür.
Doğu’da Arapça ve Farsçadan etkilenen dilimiz, Batı’da, siyasî ve ticarî ilişkilerimizin Venedik ve Cenevizlilerle olmasından dolayı önce İtalyancanın etkisinde kalmıştır. Bugün bile dilimizde çok sayıda kelime vardır İtalyancadan aldığımız. Kanunî Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) başlayan Osmanlı Fransız ilişkileri, zamanla, İtalyancanın önemini azaltmış; etkilenmemiz konusunda Fransa ön sıraya geçmiş; yaklaşık iki yüzyıl sonra yenileşme gereksinimi duyulduğunda, bu ülke diliyle, kültürüyle, eğitimiyle, edebiyatıyla, askerî yapısıyla yönümüzü çevirdiğimiz ülke olmuştur. Hatta, öyle ki, imparatorluğun yönetiminde söz sahibi olanlar arasında sadece etkilenmeyi, örnek almayı değil, aynen almayı bile savunanlar olmuştur.
1773’de Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun’un, 1796’da Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’un programına Fransızca derslerinin konulmasından sonra 1839’da Mekteb-i Tıbbiye’nin öğretim dili Fransızca olmuş, bu dil 1863’de Mekteb-i Mülkiye’nin programında yer almış, 1868’de Galatasaray Mekteb-i Sultanîsi’nin açılışından sonra daha yaygın bir hâl almıştır. Daha sonraki yıllarda yabancıların açtığı ve hemen hepsi misyonerlerce yönetilen okullar bu dil ve kültürün etki alanlarını daha da genişletmiştir.
19. yüzyılın başlarından itibaren girişilen ve uzun süre devam eden sadeleşme çabaları bir yandan, kısmen de olsa, Arapça ve Farsça kelimelerin atılışı yönünden faydalı olurken, diğer yandan atılanların yerine ve daha çoklarıyla Fransızca kelimelerin girmesi yönünden beklenen faydayı sağlayamamıştır. Artık, seçkinliğin ifadesi ağdalı bir Osmanlıca konuşmak değil, şurasına burasına Fransızca kelimelerin serpiştirildiği bir dil konuşmak olmuştur. Bu dönemde Fransızca dilimize öyle hızlı, öyle yoğun bir biçimde girmiştir ki, daha önce başka dillerden, mesela İtalyanca’dan girmiş olan kelimelerin yerlerini Fransızca’ları almıştır.
19. yüzyılın ilk çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreği arasındaki etkilenmeyi anlatabilmem için Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinde Fransızca kelimelerin 18.500 defa kullanılmış olduğunu söylemem yeterli olur sanırım. Bugün bile dilimizde, bilimsel terimlerin dışında, her düzeyde insanın bildiği ve kullandığı Fransızca kelimelerin sayısı 3000’in üstündedir. Günlük dilde iletişimde 800 ile 1000 kelime kullanıldığı dikkate alınırsa, bu sayının büyüklüğünün ulusal dilin gelişmesi yönünden ne kadar engelleyici olduğu görülür. Bir de bu sayıya bilimsel alanlarda kullanılan terimleri eklersek, durumun dilimiz yönünden hiç de iç açıcı olmadığı açıkça çıkar karşımıza.
Daha 19. yüzyılın ortalarından başlıyarak, dilde sadeleşme, dilimizi yabancı kelime ve ifade biçimlerinden arındırma yanlıları olmuş, bu konuda gayretler sarfedilmişse de, önemli adımların atılması Cumhuriyetten sonradır. Yeni devletin her türlü kurumuyla yeni olması konusunda çaba gösterilen alanların başında dilimiz gelmiştir. Atatürk’ün sadece askerî alanda değil, siyasî, iktisadî, kültürel alanlardaki dehası sayesinde dil, alması gereken önemli yeri almış; bu amaçla yapılan devrimler, kurulan kurumlar dilde sadeleşmeye hız kazandırmıştır. 1 Kasım 1928’de yapılan harf devrimi, 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun, 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulması; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin açılması bu amaca ulaşmak için gösterilen çabaların sonuçlarıdır.
Dilde sadeleşme konusunda Osmanlıca’ya karşı açılan cephede savaşılıp, Arapça ve Farsça kelimelerin yerlerine Türkçeleri bulunurken Batı cephesinde açılan gedikten, o dönemde batı kültürünün öncüsü sayılan Fransızcadan kelimeler girmiş; atılan bir kısım Arapça ve Farsça kelimenin yerine daha Türkçe’lerini koyamadan Fransızcaları konmuştur. Zaviye yerini açı’ya, müselles de üçken’e bırakmış; ama, tabip’in yerine doktor, cerrah’ın yerine operatör denilmiş ve hâlâ da denilmektedir. Örnekler o kadar çok ki. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, bir ara dilde sadeleşme, özleşme hareketinin önüne set çekme, atılan Arapça ve Farsça kelimelerin geri getirilmesi gibi bir gayretin içine girilmişse de, bu girişim uzun ömürlü olmamıştır. Ancak, Batı’dan yeni kelime girişinin de önüne geçilememiştir. Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, Münâkalat Vekâleti artık yok; ama, kültür, turizm, enerji, sosyal kelimeleri bakanlıklarımızın adında yer almıştır ve almaktadır. Divan-ı Muhasebat’ı Sayıştay, Sûra-i Devlet’i Danıştay yaptık. Çok da iyi ettik. Ancak İktisat/ Ekonomi, Dar-ül Fünun / Üniversite, Müderris/ Profesör, Buhran/ Kriz, Fırka/ Parti... oluverdi. Üniversite için Bilgitay’ı, Parlamento için Kamutay’ı kullanamadık nedense!
Yirminci yüzyılın ortalarına doğru Fransızca dilimizde ve kültürümüzdeki etkisini kaybetmeye, Fransızcanın yerini İngilizce, daha doğrusu, ekonomik, teknolojik ve askeri üstünlüğünden dolayı Amerika Birleşik Devletler’inin dili ve kültürü almaya başladı. Bu etkilenme günümüzde büyük bir hızla devam etmektedir. Ne yazık ki, ülkemiz bir çok kurum ve kuruluşuyla bu etkiye çok açık görünmektedir. Bu durum başta yazılı ve görsel basın olmak üzere her adımda çıkmaktadır karşımıza. Dildeki bu kirlenmenin boyutları akıl almaz noktalara ulaşmıştır. En ücra köyde, en ücra mahallede manav, bakkal, kasap, Amerikanca bir isim koyuyor dükkânına. Şehirler büyüdükçe isimler çoğalıyor. İnsmanımızın bir kısmı da böyle yerlerden alış veriş yapmakla toplumsal sınıf atladığını, konuşurken arada bir ingilizce kelime kullanmakla zihnî düzeyinin yükseldiğini sanıyor. Harflerimizin adlarını bile Amerikanca telaffuz ediyoruz. İMEFE, AYEMEF oldu, TEVE de TİVİ. Bunlar sizlerin benden çok daha iyi bildiğiniz konular. Bir tek örnek daha vermek istiyorum. Doğu’dan alınan teşhir ile Batı’dan alınan salon kelimelerinden meydana gelen teşhir salonu şimdi Amerikancadan alınan show room oluverdi. Hızla artıyor bu kullanımlar. Ne zaman kullanacağız kendimizin olanı?
Uzun süre İngiltere’nin, o zamanki adıyla Ortak Pazar’a girmesine karşı olan General De Gaulle, sonunda bir şartla razı olmuştu: Ortak Pazar’da İngilizce konuşulmaması. Gerçi De Daulle’ün de, ondan sonra gelenlerin de Amerikancaya gücü yetmedi; ama, konunun ne derece önemli olduğunun bilincinde idiler ve hâlâ sürdürüyorlar bu alandaki mücadelelerini.
Geçenlerde bir öğrencinin adından söz ederken Leil dediler. Ben bunun gece anlamına gelen Leyl olduğunu zannettim. Oysa bu Lale’nin İngilizce telaffuzu imiş. Bütün basın, devlet televizyonu bile, daha ilk günden Tsunami’yi nasıl da benimsedi. Dilimizdeki dev dalga ne kadar da uygun.
Bilindiği gibi dilde sadeleşmenin, bir dili yabancı dillerden alınan kelimelerden arındırmanın temelinde yatan dil ile düşünce arasındaki bağıntıdır. Dil, sadece basit bir iletişim aracı olmayıp, aynı zamanda bir düşünüş aracı, bu düşünce biçimini ifadelendirme aracıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel nitelik de düşünebilmesi ve düşündüklerini ifadelendirebilmesi değil mi? Dil ile düşünce arasındaki karşılıklı etkileşim sebebiyle düşüncelerimizin bizim olabilmesi, daha açık bir ifadeyle, bizim de düşüncelerimizin olabilmesi için dilimizin bizim olması gerekir. Dil ne kadar ulusal olursa, düşünce de o kadar ulusal olur. Dilleri devşirme olan ulusların düşünce sistemleri ya yoktur, ya da devşirmedir. Devşirme düşünce sistemi ile uluslararası bilgi alış verişi olmaz, sadece bilgi alışı olur, o da alabildiğimiz, ya da verdikleri kadarıyla. Ulu önder Atatürk’ün Millî duygu ile millî dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî duygunun gelişmesinde başlıca etkendir sözü bu gerçeğin en güzel ifadesidir.
İnsan düşüncesinde bulunmayan bir kavramı ifade edecek kelime de yoktur. Aynı şekilde, kişinin dilinde bulunmayan bir kelimenin de zihninde karşılığı yoktur. Dilin düşünceyi, düşüncenin de dili etkileyebilmesi için hem kavramın, hem de o kavrama verdiğimiz adın bizim olması gerekir. Kavram bizim değilse bile, en azından kavramı kendi ifade araçlarımızla adlandırmak daha doğru olmaz mı? Haydi, buzdolabını biz icat edemedik. Hiç değilse, adını kendimize göre koyalım. Refrijeratör demeyip, buzdolabı demekle ne kadar iyi etmişiz. Keşke bunu dışarıdan aldığımız ve alacağımız her kelime için uygulasak. Uygulayamadıklarımız binlerle ifade edilecek kadar çok. Atatürk’ün bir milletin dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarması ile ülkesini ve ülkesini yüksek istiklâlini korumasını bilmesi arasında kurduğu ilişkinin kaynağı buradadır.
Dilde sadeleşme konusunda atacağımız adımlarda iki yönde çok dikkatli olmalıyız.Birincisi, her ne sebeple olursa olsun, hiç bir dilden kelime almamalıyız. Her alanda bilim ve teknoloji hızla gelişiyor. Bu alanlardaki kelimelerde türkçesini bulmakta, uygunlaştırmakta ve yerleşmesini sağlamakta bu hıza ayak uydurmamız çok zor, ayrıca kelimeleri yabancı dildeki şekliyle almak uluslararası iletişimi kolaylaştırır gibi bahanelerin hiç biri geçerli olmamalıdır. Olabildiğince kısa sürede bunlara karşılık bulunması konusunda gereken bütün çalışmalar yapılmalıdır.
İkincisi, dilde sadeleşme, özleşme dilimizi fakirleştirme, kısırlaştırma sonucunu doğurmamalıdır. Büyük önder Atatürk bunu dil devriminin amacı Türk dilinin kısırlaştırılması değil, yenileştirilmesidir sözüyle ifade etmiştir. Benzer kavramlar arasında bile en küçük ayrıntıyı belirtebilecek ve ifadelendirebilecek kelimelerin varlığı dilin kelime dağarcığının zenginliğidir. Bu zenginlik düşünmede ve anlatımda açıklığı, dolayısıyla da iletişimde kolaylığı sağlayacaktır. Yabancı dillerden aldığımız kelimeleri atarken ve yeni gelecek olanların yerine kendi dilimizden olanları koyarken bu hususa çok dikkat etmeli, her anlam yükü karşılığı ayrı bir kelime uygunlaştırmalıyız. Bir başka deyişle, her kelimeyi tek bir anlamı karşılamada kullanmalıyız ki dilimiz fakirleşmesin. Ne var ki, bu duruma dikkat edilmiyor. Bazen iki, bazen üç, hatta daha fazla kelimenin yerine kullandığımız yüzlercesinin arasından vereceğim iki örnek bu düşünceme açıklık getirecektir. Dayanma kelimesini hem istinat, hem de mukavemet yerine, devrim’i ise hem ınkılâb, hem de ihtilâl yerine kullanıyoruz. Yabancı olan bu dört kelimeyi atalım; ama, dördünün yerine iki değil, dört kelime koyalım. Bu kaçınılmaz bir gereklilik olmalıdır.
Yine bu konuda uzak durmamız gereken bir durum da düşünmenin, düşüncenin ürünü olan bir dil yerine çeviri bir dilin konmasıdır. Bu kelimenin geldiği dildeki kökü budur, eki budur, anlamı budur noktasından hareket ederek çeviri bir karşılık bulmak her zaman geçerli olmayabilir. Bir örnekle daha iyi açıklayacağımı sanıyorum bu düşüncemi. Kültür kelimesine karşılık bulunurken bunun cultura’dan geldiği, anlamının bir şeyi toprağa ekmek, ürün almak olduğu noktasından hareketle karşılık olarak ekin denilmiştir. İçerdiği anlam yönünden kültürün bu anlam yükü ile ilgisinin araştırılmaya değer olmasının yanı sıra, ekin dilimizde zaten var olan bir kelimedir. Buna yeni bir anlam yüklenmesi dili fakirleştirecek, iletişimi zorlaştıracaktır. Orta Anadolu ekini dediğimizde acaba nedir sözünü ettiğimiz? Anlama ulaşabilmek için sormak zorunda kaldığımız bu acaba sorusu veya daha önceki, ya da daha sonraki ifade biçimlerinin gerekliliği dilin fakirliğinin göstergesidir.
Kelime bulmak, kelime uygunlaştırmak söz konusu olduğu zaman, dilimizin şekil ve anlam yönünden işleyiş biçimini, mantığını hiç bir zaman göz ardı etmemek gerekir. Aksi halde dilde kargaşaya sebep olunur. Bir çokları arasından iki örnek vermekle yetineceğim. Faaliyet kelimesinin karşılığı olarak etkinlik kullanıyorsak, etkin’in faal anlamında kullanılması gerekir. Oysa etkili anlamında kullanılıyor. Her iki anlamda da kullanabiliriz diyorsak, dili fakirliştirmiyor muyuz? Uz kelimesine karşılık olarak sözlüklerde becerikli, hünerli... denmektedir. Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lügat-it Türk’de uz dilli ifadesini kullanmıştır.Bu durumda uzlaşmak kelimesininkullanımını da büyük bir farklılık göstermektedir.
Amacı, düşünmeyi ve iletişimi sağlamak olan dilimizi, bu amacı en üst düzeyde gerçekleştirebilecek duruma, tümüyle bizim olan ifade araçlarıyla getirmek ilk hedefimiz olmalıdır. Birey olarak, ulus olarak arzumuz, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulmuş, durmadan değişen ve yenilenen bilim, teknik, duygu, düşünce, sanat, felsefe gibi bütün alanları, en ince ayrıntısına kadar ifadelendirebileceğimiz ve kendimizin olan bir dile kavuşmamızdır. Bu konuda sorumluluk hepimize düşmektedir.
Konunun kısaca değindiğim bu birinci kısmından sonra, şimdi de, önemi her geçen gün daha da artan ve derneğimizin amaçları arasında ön sıralarda yer alan ikinci kısmına, ulusal dile geçmek istiyorum. İfadenin içinde ulusal kelimesi olduğuna göre bir ulustan söz ediyoruz demektir. Ulustan söz etmek, ulusun örgütlenmesi demek olan devletten söz etmektir. Devletin kökeni, kavramı, kapsamı konusunda bugüne kadar ileri sürülen öğretiler ne kadar farklı olursa olsun, hepsinde yer alan ortak ögeler, ortak nitelikler vardır. Genel çizgileriyle ele aldığımız zaman, bir insan topluluğunun önce millet olabilmesi, sonra da bir devlet çatısı altında toplanabilmesi için bugüne kadar köken birliği, din birliği, toprak birliği, dil birliği. kültür birliği, ülkü birliği gibi ögelerden söz edilegelmiştir. Ancak, zamanla bu ögelerden bazılarının bir devleti oluşturmadaki önemleri azalmış, hatta tümüyle kaybolmuştur. Önemi hiç kaybolmayan öge dil birliğidir, bir başka deyişle ulusal dildir. Alt dil veya şive, lehçe gruplarının sayısı ne kadar çok olursa olsun, ulusal dil bir devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olması gereken bütün insanların bilmek ve vatandaşlık ilişkileri söz konusu olduğu her yerde ve her zaman kullanmak zorunda olduğu dildir. Hiç bir dil ulusal dilin ne yanında ne de karşısında yer alma hakkına sahip olmamalıdır. Yapay olarak kurulmayan ve tekcil (üniter) devletlerde dil de tektir. Ben bu devletle olan vatandaşlık ilişkilerimi bu devletin dili ile yapmayıp, kendi istediğim bir başka dille yapacağım demek bu devleti kabullenmemektir
Ulusal birliğin oluşturulmasında ve devamlılığının sağlanmasında dil birliğinin önemini kavramış olan sömürgeci devletler bir devletin ulusal birliğini bozmanın birinci yolunun dil birliğini bozmak olduğunu bilmektedirler. Şurası kesin ki, sömürgeci devletler kendilerini ne kadar yüce duygulara sahipmiş gibi gösterirlerse göstersinler, temel amaçları kendi devletlerinin bekâsını, kendi insanlarının refahını sağlamak için diğer devletlerin maddî manevî varlıklarını ve kaynaklarını sömürmektir. Bu amaçlarını gerçekleştirmekte, tarih boyunca, her yolu denemişler ve hâlâ da denemektedirle, hem de daha başarılı yollar bularak. Temel amaç hiç değişmemiştir. Başkalarının sefaleti pahasına da olsa, kendi insanının refahı, her alanda üstünlük kurarak ve başkalarırnı saf dışı bırakarak dünyanın zenginliklerine tek başlarına sahip olmak isteğidir bu.
Bu isteklerinden vazgeçmek şöyle dursun git gide iştahları açılan sömürgeci devletlerin gözü ikiyüz yılı aşkın bir süredir ülkemizdedir. Ülkemizin bulunduğu konumun gereklerinin bilincinde olmamızın, ülkemizi huzursuz etmek, insanlarımızı birbirine düşürmek ve bölmek isteyenlerin bu amaçlarını görmüş olmamızın ne sever oldukları bilinmeyen bazı kişi ve kurumlarca nitelendirildiği gibi paranoya olmadığı gün gibi açıktır. Milletlerin geçmişlerini bilmeleri geleceklerini şekillendirmelerinde en önemli yol göstericilerden biridir. Millet ve devlet olarak siyasî birliğimize kasdetmiş olanların bu amaçlarına ulaşabilmek için dil birliğimizi bozmak konusunda ikiyüz yıldır gizli, açık yaptıklarının farkında olmamız gerekir. Burada bir konuyu önemle belirtmek istiyorum. dil birliğinin bozulması derken dilde sadeleşme hareketlerinin anlaşılmamalı, devlet dili düzeyinde farklı dillerin ortaya çıkması anlaşılmalıdır.
1873’de Avusturya ile Rusya arasında varılan anlaşmaya, 1815’de Viyana Kongresi’nde ve 1856 Paris Barış Konferansında alınan kararlara göre Osmanlı topraklarının paylaşılmasında üç yöntem uygulanmıştır. Birincisi askerî yol. Bu yol daha çok Osmanlı’nın Avrupa ve Afrika’daki topraklarının ele geçirilmesinde, Osmanlı’dan ayrılarak kendi devletlerini kurmadaYunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve diğerlerine yapılan yardımlarda başvurulan yoldur. İkincisi ekonomik yol. Ekonomik emperyalizm. Kanunî zamanından başlamak üzere, başta Fransızlara, daha sonra diğer ülkelere verilen kapitülasyonlar imparatorluğun zaten var denemeyecek ekonomisini, sanayisini büsbütün çökertmiş, ülkeyi Duyûn-i Umumi’ye kadar uzanacak olan bir borç batağına sürüklemiştir.Öylesine etkili bir yoldur ki bu yol, Batılıların Lozan’da hiç vazgeçmek istemedikleri şey bu kapitülasyonlar olmuş, büyük önder Atatürk bunun ne anlama geldiğini herkesten daha iyi bildiği için bu kounda ödün verilmesine hiç yanaşmamıştır. Üçüncü yol kültürel yol, kültür emperyalizmidir. İmparatorluğun Anadolu, Orta Doğu ve Asya Kıtasının diğer bölgelerinde, o zamanki askerî güçleriyle elde etmeleri zor olan bölünmeyi, parçalanmayı hazırlamak ve hızlandırmak amacıyla, başta misyonerlerin ve yabancı okullarının faaliyetleri olmak üzere her yolla, etnik grupları imparatorluk içinde kargaşa çıkartmaya, ayaklanmaya ve ayrılmaya teşvik etmeleridir bu yol. İmparatorluk içinde kendilerine taraftar bulmak için kendi kültürlerini, dillerini yaymalarıdır bu yol. Misyonerlerin ve yabancı okullarının bu alanlardaki çalışmaları kendileri yönünden o derece başarılı sonuçlar sağlamıştır ki, 3 Mart 1924’de Tevhid-i Tedrisat kanunu çıktığında en büyük itiraz bu okullardan gelmiştir.
Batı’nın, ki bu isimle sadece Avrupa’yı değil, o günlerde Osmanlı topraklarında, günümüzde de topraklarımızda her türlü çıkarı olan devletleri kastediyoruz, İmparatorluğu değişik alanlarda zaafa uğratarak Osmanlı haritasını kendi istediği biçimde çizebilmek için kullandığı ve hâlâ da kullanmakta olduğu etnik grup kürtler, daha doğrusu kürtçülerdir. Aslında çok açık bir gerçek olmakla beraber, Türkiye Cumhuriyeti devletimize vatandaşlık bağı ile bağlı olan her vatandaşımızın hangi alt kültür grubundan, hangi etnik gruptan, inançlı mı, inançsız mı, hangi dinden, hangi mezhepten olduğunun hiç kimseyi ilgilendirmediğini; hiç bir vatandaşımızın bu niteliklerinin kendisini öne çıkarma vesilesi olamayacağı gibi, hiç kimsenin de bu niteliklerinden dolayı ayrımcılığa tabi tutulamayacağını; yasalar karşısında hiç bir zaman böyle bir ayrım olmadığı gibi, yüzyıllardır süregelen kışkırtmalara rağmen insanlarımızın birbirlerine karşı tutumlarında da böyle bir ayrım olmadığını, asıl yanlış olanın bu niteliklerin sonuna CI, Cİ, CU, CÜ gibi ekler getirerek ayrımcılık ve bölücülük yapmak olduğunu bir kere daha belirtmek isterim. Daha 18. yüzyıl sonlarından başlamak üzere, özellikle de 1810’dan sonra, Batı bu etnik grupdaki ayrılıkçılara Osmanlı’dan ayrılıp kendi bağımsız devletini kurmasında yardım edeceği vaadinde bulunmuş, isyana teşvik etmiş, gerektiğinde her türlü yardımı yapmıştır, hâlâ da bu vaat, bu teşvik, bu yardım devam etmektedir. Siz Osmanlı topraklarında onların devletinin mensubu olarak değil, yine bu topraklarda, ama kendi devletinizi kurarak egemen yaşamalısınız fikrini aşılamanın birinci ve en önemli adımı olarak bu etnik grupda dil bilinci uyandırma yolunu seçmişlerdir.
Prof. Dr. A. Hamit SUNEL
Bilkent Üniversitesi
Sayın konuklar, bana ayrılan sürede dilde etkileşim ve ulusal dil konusuna, zamanın kısıtlılığı sebebiyle, örnek sayısını az tutarak ve bilimsel terminoloji kullanımından elimden geldiğince kaçınarak değinmek istiyorum.
Uluslar arasındaki ilişkilerin başlıcalarından olan siyasî ve ticarî ilişkiler zamanla kültür alanında, özellikle de dil alanında etkileşime yol açarlar. Anadolu’ya gelene kadar ve buraya yerleştikten sonra uzak yakın komşularıyla girmiş olduğu değişik ilişkiler sonucu, bu kültürlerle dil konusunda da etkileşime girmiş olan ulusumuz, genelde, etkileyen değil, etkilenen konumunda olmuştur. Bizim dilimizden de diğer dillere geçen kelimeler ve yapılar olmuş ise de, diğer dillerin dilimiz üzerindeki etkilerine oranla çok düşük düzeydedir.
Kayda değer nitelikte olmak üzere, etkilendiğimiz diller Doğu’da Arapça ve Farsça, Batı’da ise tarih sırasıyla, İtalyanca, Fransızca, Almanca ve İngilizce’dir. Bu kötü alışkanlığımız hâlâ devam etmektedir, hem de artarak. İslâmiyeti benimsedikten sonra, dilimize Arapça’dan giren dinî kökenli kelimelerin ardından Farsça’dan da kelimeler girmiş, onüçüncü yüzyıldan sonra Türkçe önemini yitirmeye başlamış, dinde Arapça’nın, edebiyatta ise Farsça’nın etkisiyle, zamanla halkın anlayamadığı güya bir seçkinler dili oluşmuştur.
Ne yazık ki, dünyanın hemen hemen bütün imparatorlukları egemenlikleri altına aldıkları yerlerde kendi dil ve kültürlerini yayarlarken, Selçuklular ve Osmanlılar etkilenmeyi seçmişler, kültür ve dil alanında kapılarını yabancı etkisine sonuna kadar açmışlar, zamanla yazarlar eserlerini Arapça ve Farsça kaleme almışlar, bunun sonucu olarak da halktan kopmanın yanı sıra, kendi dilimizde olmayan bir edebiyatın doğmasına sebep olmuşlardır. Mesnevi Farsça yazıldığı için, bir çok ülkenin kütüphanelerinde Fars edebiyatının eserleri arasında yer almaktadır. 15. yüzyıla gelindiğinde, imparatorluğun kültür hayatında Türkün de, İranlının da, Arabın da anlamadığı bir dil kullanılır olmuş, bu durum Cumhuriyet’e kadar git gide artarak sürmüştür.
Doğu’da Arapça ve Farsçadan etkilenen dilimiz, Batı’da, siyasî ve ticarî ilişkilerimizin Venedik ve Cenevizlilerle olmasından dolayı önce İtalyancanın etkisinde kalmıştır. Bugün bile dilimizde çok sayıda kelime vardır İtalyancadan aldığımız. Kanunî Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) başlayan Osmanlı Fransız ilişkileri, zamanla, İtalyancanın önemini azaltmış; etkilenmemiz konusunda Fransa ön sıraya geçmiş; yaklaşık iki yüzyıl sonra yenileşme gereksinimi duyulduğunda, bu ülke diliyle, kültürüyle, eğitimiyle, edebiyatıyla, askerî yapısıyla yönümüzü çevirdiğimiz ülke olmuştur. Hatta, öyle ki, imparatorluğun yönetiminde söz sahibi olanlar arasında sadece etkilenmeyi, örnek almayı değil, aynen almayı bile savunanlar olmuştur.
1773’de Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun’un, 1796’da Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’un programına Fransızca derslerinin konulmasından sonra 1839’da Mekteb-i Tıbbiye’nin öğretim dili Fransızca olmuş, bu dil 1863’de Mekteb-i Mülkiye’nin programında yer almış, 1868’de Galatasaray Mekteb-i Sultanîsi’nin açılışından sonra daha yaygın bir hâl almıştır. Daha sonraki yıllarda yabancıların açtığı ve hemen hepsi misyonerlerce yönetilen okullar bu dil ve kültürün etki alanlarını daha da genişletmiştir.
19. yüzyılın başlarından itibaren girişilen ve uzun süre devam eden sadeleşme çabaları bir yandan, kısmen de olsa, Arapça ve Farsça kelimelerin atılışı yönünden faydalı olurken, diğer yandan atılanların yerine ve daha çoklarıyla Fransızca kelimelerin girmesi yönünden beklenen faydayı sağlayamamıştır. Artık, seçkinliğin ifadesi ağdalı bir Osmanlıca konuşmak değil, şurasına burasına Fransızca kelimelerin serpiştirildiği bir dil konuşmak olmuştur. Bu dönemde Fransızca dilimize öyle hızlı, öyle yoğun bir biçimde girmiştir ki, daha önce başka dillerden, mesela İtalyanca’dan girmiş olan kelimelerin yerlerini Fransızca’ları almıştır.
19. yüzyılın ilk çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreği arasındaki etkilenmeyi anlatabilmem için Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinde Fransızca kelimelerin 18.500 defa kullanılmış olduğunu söylemem yeterli olur sanırım. Bugün bile dilimizde, bilimsel terimlerin dışında, her düzeyde insanın bildiği ve kullandığı Fransızca kelimelerin sayısı 3000’in üstündedir. Günlük dilde iletişimde 800 ile 1000 kelime kullanıldığı dikkate alınırsa, bu sayının büyüklüğünün ulusal dilin gelişmesi yönünden ne kadar engelleyici olduğu görülür. Bir de bu sayıya bilimsel alanlarda kullanılan terimleri eklersek, durumun dilimiz yönünden hiç de iç açıcı olmadığı açıkça çıkar karşımıza.
Daha 19. yüzyılın ortalarından başlıyarak, dilde sadeleşme, dilimizi yabancı kelime ve ifade biçimlerinden arındırma yanlıları olmuş, bu konuda gayretler sarfedilmişse de, önemli adımların atılması Cumhuriyetten sonradır. Yeni devletin her türlü kurumuyla yeni olması konusunda çaba gösterilen alanların başında dilimiz gelmiştir. Atatürk’ün sadece askerî alanda değil, siyasî, iktisadî, kültürel alanlardaki dehası sayesinde dil, alması gereken önemli yeri almış; bu amaçla yapılan devrimler, kurulan kurumlar dilde sadeleşmeye hız kazandırmıştır. 1 Kasım 1928’de yapılan harf devrimi, 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun, 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulması; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin açılması bu amaca ulaşmak için gösterilen çabaların sonuçlarıdır.
Dilde sadeleşme konusunda Osmanlıca’ya karşı açılan cephede savaşılıp, Arapça ve Farsça kelimelerin yerlerine Türkçeleri bulunurken Batı cephesinde açılan gedikten, o dönemde batı kültürünün öncüsü sayılan Fransızcadan kelimeler girmiş; atılan bir kısım Arapça ve Farsça kelimenin yerine daha Türkçe’lerini koyamadan Fransızcaları konmuştur. Zaviye yerini açı’ya, müselles de üçken’e bırakmış; ama, tabip’in yerine doktor, cerrah’ın yerine operatör denilmiş ve hâlâ da denilmektedir. Örnekler o kadar çok ki. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, bir ara dilde sadeleşme, özleşme hareketinin önüne set çekme, atılan Arapça ve Farsça kelimelerin geri getirilmesi gibi bir gayretin içine girilmişse de, bu girişim uzun ömürlü olmamıştır. Ancak, Batı’dan yeni kelime girişinin de önüne geçilememiştir. Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, Münâkalat Vekâleti artık yok; ama, kültür, turizm, enerji, sosyal kelimeleri bakanlıklarımızın adında yer almıştır ve almaktadır. Divan-ı Muhasebat’ı Sayıştay, Sûra-i Devlet’i Danıştay yaptık. Çok da iyi ettik. Ancak İktisat/ Ekonomi, Dar-ül Fünun / Üniversite, Müderris/ Profesör, Buhran/ Kriz, Fırka/ Parti... oluverdi. Üniversite için Bilgitay’ı, Parlamento için Kamutay’ı kullanamadık nedense!
Yirminci yüzyılın ortalarına doğru Fransızca dilimizde ve kültürümüzdeki etkisini kaybetmeye, Fransızcanın yerini İngilizce, daha doğrusu, ekonomik, teknolojik ve askeri üstünlüğünden dolayı Amerika Birleşik Devletler’inin dili ve kültürü almaya başladı. Bu etkilenme günümüzde büyük bir hızla devam etmektedir. Ne yazık ki, ülkemiz bir çok kurum ve kuruluşuyla bu etkiye çok açık görünmektedir. Bu durum başta yazılı ve görsel basın olmak üzere her adımda çıkmaktadır karşımıza. Dildeki bu kirlenmenin boyutları akıl almaz noktalara ulaşmıştır. En ücra köyde, en ücra mahallede manav, bakkal, kasap, Amerikanca bir isim koyuyor dükkânına. Şehirler büyüdükçe isimler çoğalıyor. İnsmanımızın bir kısmı da böyle yerlerden alış veriş yapmakla toplumsal sınıf atladığını, konuşurken arada bir ingilizce kelime kullanmakla zihnî düzeyinin yükseldiğini sanıyor. Harflerimizin adlarını bile Amerikanca telaffuz ediyoruz. İMEFE, AYEMEF oldu, TEVE de TİVİ. Bunlar sizlerin benden çok daha iyi bildiğiniz konular. Bir tek örnek daha vermek istiyorum. Doğu’dan alınan teşhir ile Batı’dan alınan salon kelimelerinden meydana gelen teşhir salonu şimdi Amerikancadan alınan show room oluverdi. Hızla artıyor bu kullanımlar. Ne zaman kullanacağız kendimizin olanı?
Uzun süre İngiltere’nin, o zamanki adıyla Ortak Pazar’a girmesine karşı olan General De Gaulle, sonunda bir şartla razı olmuştu: Ortak Pazar’da İngilizce konuşulmaması. Gerçi De Daulle’ün de, ondan sonra gelenlerin de Amerikancaya gücü yetmedi; ama, konunun ne derece önemli olduğunun bilincinde idiler ve hâlâ sürdürüyorlar bu alandaki mücadelelerini.
Geçenlerde bir öğrencinin adından söz ederken Leil dediler. Ben bunun gece anlamına gelen Leyl olduğunu zannettim. Oysa bu Lale’nin İngilizce telaffuzu imiş. Bütün basın, devlet televizyonu bile, daha ilk günden Tsunami’yi nasıl da benimsedi. Dilimizdeki dev dalga ne kadar da uygun.
Bilindiği gibi dilde sadeleşmenin, bir dili yabancı dillerden alınan kelimelerden arındırmanın temelinde yatan dil ile düşünce arasındaki bağıntıdır. Dil, sadece basit bir iletişim aracı olmayıp, aynı zamanda bir düşünüş aracı, bu düşünce biçimini ifadelendirme aracıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel nitelik de düşünebilmesi ve düşündüklerini ifadelendirebilmesi değil mi? Dil ile düşünce arasındaki karşılıklı etkileşim sebebiyle düşüncelerimizin bizim olabilmesi, daha açık bir ifadeyle, bizim de düşüncelerimizin olabilmesi için dilimizin bizim olması gerekir. Dil ne kadar ulusal olursa, düşünce de o kadar ulusal olur. Dilleri devşirme olan ulusların düşünce sistemleri ya yoktur, ya da devşirmedir. Devşirme düşünce sistemi ile uluslararası bilgi alış verişi olmaz, sadece bilgi alışı olur, o da alabildiğimiz, ya da verdikleri kadarıyla. Ulu önder Atatürk’ün Millî duygu ile millî dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî duygunun gelişmesinde başlıca etkendir sözü bu gerçeğin en güzel ifadesidir.
İnsan düşüncesinde bulunmayan bir kavramı ifade edecek kelime de yoktur. Aynı şekilde, kişinin dilinde bulunmayan bir kelimenin de zihninde karşılığı yoktur. Dilin düşünceyi, düşüncenin de dili etkileyebilmesi için hem kavramın, hem de o kavrama verdiğimiz adın bizim olması gerekir. Kavram bizim değilse bile, en azından kavramı kendi ifade araçlarımızla adlandırmak daha doğru olmaz mı? Haydi, buzdolabını biz icat edemedik. Hiç değilse, adını kendimize göre koyalım. Refrijeratör demeyip, buzdolabı demekle ne kadar iyi etmişiz. Keşke bunu dışarıdan aldığımız ve alacağımız her kelime için uygulasak. Uygulayamadıklarımız binlerle ifade edilecek kadar çok. Atatürk’ün bir milletin dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarması ile ülkesini ve ülkesini yüksek istiklâlini korumasını bilmesi arasında kurduğu ilişkinin kaynağı buradadır.
Dilde sadeleşme konusunda atacağımız adımlarda iki yönde çok dikkatli olmalıyız.Birincisi, her ne sebeple olursa olsun, hiç bir dilden kelime almamalıyız. Her alanda bilim ve teknoloji hızla gelişiyor. Bu alanlardaki kelimelerde türkçesini bulmakta, uygunlaştırmakta ve yerleşmesini sağlamakta bu hıza ayak uydurmamız çok zor, ayrıca kelimeleri yabancı dildeki şekliyle almak uluslararası iletişimi kolaylaştırır gibi bahanelerin hiç biri geçerli olmamalıdır. Olabildiğince kısa sürede bunlara karşılık bulunması konusunda gereken bütün çalışmalar yapılmalıdır.
İkincisi, dilde sadeleşme, özleşme dilimizi fakirleştirme, kısırlaştırma sonucunu doğurmamalıdır. Büyük önder Atatürk bunu dil devriminin amacı Türk dilinin kısırlaştırılması değil, yenileştirilmesidir sözüyle ifade etmiştir. Benzer kavramlar arasında bile en küçük ayrıntıyı belirtebilecek ve ifadelendirebilecek kelimelerin varlığı dilin kelime dağarcığının zenginliğidir. Bu zenginlik düşünmede ve anlatımda açıklığı, dolayısıyla da iletişimde kolaylığı sağlayacaktır. Yabancı dillerden aldığımız kelimeleri atarken ve yeni gelecek olanların yerine kendi dilimizden olanları koyarken bu hususa çok dikkat etmeli, her anlam yükü karşılığı ayrı bir kelime uygunlaştırmalıyız. Bir başka deyişle, her kelimeyi tek bir anlamı karşılamada kullanmalıyız ki dilimiz fakirleşmesin. Ne var ki, bu duruma dikkat edilmiyor. Bazen iki, bazen üç, hatta daha fazla kelimenin yerine kullandığımız yüzlercesinin arasından vereceğim iki örnek bu düşünceme açıklık getirecektir. Dayanma kelimesini hem istinat, hem de mukavemet yerine, devrim’i ise hem ınkılâb, hem de ihtilâl yerine kullanıyoruz. Yabancı olan bu dört kelimeyi atalım; ama, dördünün yerine iki değil, dört kelime koyalım. Bu kaçınılmaz bir gereklilik olmalıdır.
Yine bu konuda uzak durmamız gereken bir durum da düşünmenin, düşüncenin ürünü olan bir dil yerine çeviri bir dilin konmasıdır. Bu kelimenin geldiği dildeki kökü budur, eki budur, anlamı budur noktasından hareket ederek çeviri bir karşılık bulmak her zaman geçerli olmayabilir. Bir örnekle daha iyi açıklayacağımı sanıyorum bu düşüncemi. Kültür kelimesine karşılık bulunurken bunun cultura’dan geldiği, anlamının bir şeyi toprağa ekmek, ürün almak olduğu noktasından hareketle karşılık olarak ekin denilmiştir. İçerdiği anlam yönünden kültürün bu anlam yükü ile ilgisinin araştırılmaya değer olmasının yanı sıra, ekin dilimizde zaten var olan bir kelimedir. Buna yeni bir anlam yüklenmesi dili fakirleştirecek, iletişimi zorlaştıracaktır. Orta Anadolu ekini dediğimizde acaba nedir sözünü ettiğimiz? Anlama ulaşabilmek için sormak zorunda kaldığımız bu acaba sorusu veya daha önceki, ya da daha sonraki ifade biçimlerinin gerekliliği dilin fakirliğinin göstergesidir.
Kelime bulmak, kelime uygunlaştırmak söz konusu olduğu zaman, dilimizin şekil ve anlam yönünden işleyiş biçimini, mantığını hiç bir zaman göz ardı etmemek gerekir. Aksi halde dilde kargaşaya sebep olunur. Bir çokları arasından iki örnek vermekle yetineceğim. Faaliyet kelimesinin karşılığı olarak etkinlik kullanıyorsak, etkin’in faal anlamında kullanılması gerekir. Oysa etkili anlamında kullanılıyor. Her iki anlamda da kullanabiliriz diyorsak, dili fakirliştirmiyor muyuz? Uz kelimesine karşılık olarak sözlüklerde becerikli, hünerli... denmektedir. Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lügat-it Türk’de uz dilli ifadesini kullanmıştır.Bu durumda uzlaşmak kelimesininkullanımını da büyük bir farklılık göstermektedir.
Amacı, düşünmeyi ve iletişimi sağlamak olan dilimizi, bu amacı en üst düzeyde gerçekleştirebilecek duruma, tümüyle bizim olan ifade araçlarıyla getirmek ilk hedefimiz olmalıdır. Birey olarak, ulus olarak arzumuz, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulmuş, durmadan değişen ve yenilenen bilim, teknik, duygu, düşünce, sanat, felsefe gibi bütün alanları, en ince ayrıntısına kadar ifadelendirebileceğimiz ve kendimizin olan bir dile kavuşmamızdır. Bu konuda sorumluluk hepimize düşmektedir.
Konunun kısaca değindiğim bu birinci kısmından sonra, şimdi de, önemi her geçen gün daha da artan ve derneğimizin amaçları arasında ön sıralarda yer alan ikinci kısmına, ulusal dile geçmek istiyorum. İfadenin içinde ulusal kelimesi olduğuna göre bir ulustan söz ediyoruz demektir. Ulustan söz etmek, ulusun örgütlenmesi demek olan devletten söz etmektir. Devletin kökeni, kavramı, kapsamı konusunda bugüne kadar ileri sürülen öğretiler ne kadar farklı olursa olsun, hepsinde yer alan ortak ögeler, ortak nitelikler vardır. Genel çizgileriyle ele aldığımız zaman, bir insan topluluğunun önce millet olabilmesi, sonra da bir devlet çatısı altında toplanabilmesi için bugüne kadar köken birliği, din birliği, toprak birliği, dil birliği. kültür birliği, ülkü birliği gibi ögelerden söz edilegelmiştir. Ancak, zamanla bu ögelerden bazılarının bir devleti oluşturmadaki önemleri azalmış, hatta tümüyle kaybolmuştur. Önemi hiç kaybolmayan öge dil birliğidir, bir başka deyişle ulusal dildir. Alt dil veya şive, lehçe gruplarının sayısı ne kadar çok olursa olsun, ulusal dil bir devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olması gereken bütün insanların bilmek ve vatandaşlık ilişkileri söz konusu olduğu her yerde ve her zaman kullanmak zorunda olduğu dildir. Hiç bir dil ulusal dilin ne yanında ne de karşısında yer alma hakkına sahip olmamalıdır. Yapay olarak kurulmayan ve tekcil (üniter) devletlerde dil de tektir. Ben bu devletle olan vatandaşlık ilişkilerimi bu devletin dili ile yapmayıp, kendi istediğim bir başka dille yapacağım demek bu devleti kabullenmemektir
Ulusal birliğin oluşturulmasında ve devamlılığının sağlanmasında dil birliğinin önemini kavramış olan sömürgeci devletler bir devletin ulusal birliğini bozmanın birinci yolunun dil birliğini bozmak olduğunu bilmektedirler. Şurası kesin ki, sömürgeci devletler kendilerini ne kadar yüce duygulara sahipmiş gibi gösterirlerse göstersinler, temel amaçları kendi devletlerinin bekâsını, kendi insanlarının refahını sağlamak için diğer devletlerin maddî manevî varlıklarını ve kaynaklarını sömürmektir. Bu amaçlarını gerçekleştirmekte, tarih boyunca, her yolu denemişler ve hâlâ da denemektedirle, hem de daha başarılı yollar bularak. Temel amaç hiç değişmemiştir. Başkalarının sefaleti pahasına da olsa, kendi insanının refahı, her alanda üstünlük kurarak ve başkalarırnı saf dışı bırakarak dünyanın zenginliklerine tek başlarına sahip olmak isteğidir bu.
Bu isteklerinden vazgeçmek şöyle dursun git gide iştahları açılan sömürgeci devletlerin gözü ikiyüz yılı aşkın bir süredir ülkemizdedir. Ülkemizin bulunduğu konumun gereklerinin bilincinde olmamızın, ülkemizi huzursuz etmek, insanlarımızı birbirine düşürmek ve bölmek isteyenlerin bu amaçlarını görmüş olmamızın ne sever oldukları bilinmeyen bazı kişi ve kurumlarca nitelendirildiği gibi paranoya olmadığı gün gibi açıktır. Milletlerin geçmişlerini bilmeleri geleceklerini şekillendirmelerinde en önemli yol göstericilerden biridir. Millet ve devlet olarak siyasî birliğimize kasdetmiş olanların bu amaçlarına ulaşabilmek için dil birliğimizi bozmak konusunda ikiyüz yıldır gizli, açık yaptıklarının farkında olmamız gerekir. Burada bir konuyu önemle belirtmek istiyorum. dil birliğinin bozulması derken dilde sadeleşme hareketlerinin anlaşılmamalı, devlet dili düzeyinde farklı dillerin ortaya çıkması anlaşılmalıdır.
1873’de Avusturya ile Rusya arasında varılan anlaşmaya, 1815’de Viyana Kongresi’nde ve 1856 Paris Barış Konferansında alınan kararlara göre Osmanlı topraklarının paylaşılmasında üç yöntem uygulanmıştır. Birincisi askerî yol. Bu yol daha çok Osmanlı’nın Avrupa ve Afrika’daki topraklarının ele geçirilmesinde, Osmanlı’dan ayrılarak kendi devletlerini kurmadaYunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve diğerlerine yapılan yardımlarda başvurulan yoldur. İkincisi ekonomik yol. Ekonomik emperyalizm. Kanunî zamanından başlamak üzere, başta Fransızlara, daha sonra diğer ülkelere verilen kapitülasyonlar imparatorluğun zaten var denemeyecek ekonomisini, sanayisini büsbütün çökertmiş, ülkeyi Duyûn-i Umumi’ye kadar uzanacak olan bir borç batağına sürüklemiştir.Öylesine etkili bir yoldur ki bu yol, Batılıların Lozan’da hiç vazgeçmek istemedikleri şey bu kapitülasyonlar olmuş, büyük önder Atatürk bunun ne anlama geldiğini herkesten daha iyi bildiği için bu kounda ödün verilmesine hiç yanaşmamıştır. Üçüncü yol kültürel yol, kültür emperyalizmidir. İmparatorluğun Anadolu, Orta Doğu ve Asya Kıtasının diğer bölgelerinde, o zamanki askerî güçleriyle elde etmeleri zor olan bölünmeyi, parçalanmayı hazırlamak ve hızlandırmak amacıyla, başta misyonerlerin ve yabancı okullarının faaliyetleri olmak üzere her yolla, etnik grupları imparatorluk içinde kargaşa çıkartmaya, ayaklanmaya ve ayrılmaya teşvik etmeleridir bu yol. İmparatorluk içinde kendilerine taraftar bulmak için kendi kültürlerini, dillerini yaymalarıdır bu yol. Misyonerlerin ve yabancı okullarının bu alanlardaki çalışmaları kendileri yönünden o derece başarılı sonuçlar sağlamıştır ki, 3 Mart 1924’de Tevhid-i Tedrisat kanunu çıktığında en büyük itiraz bu okullardan gelmiştir.
Batı’nın, ki bu isimle sadece Avrupa’yı değil, o günlerde Osmanlı topraklarında, günümüzde de topraklarımızda her türlü çıkarı olan devletleri kastediyoruz, İmparatorluğu değişik alanlarda zaafa uğratarak Osmanlı haritasını kendi istediği biçimde çizebilmek için kullandığı ve hâlâ da kullanmakta olduğu etnik grup kürtler, daha doğrusu kürtçülerdir. Aslında çok açık bir gerçek olmakla beraber, Türkiye Cumhuriyeti devletimize vatandaşlık bağı ile bağlı olan her vatandaşımızın hangi alt kültür grubundan, hangi etnik gruptan, inançlı mı, inançsız mı, hangi dinden, hangi mezhepten olduğunun hiç kimseyi ilgilendirmediğini; hiç bir vatandaşımızın bu niteliklerinin kendisini öne çıkarma vesilesi olamayacağı gibi, hiç kimsenin de bu niteliklerinden dolayı ayrımcılığa tabi tutulamayacağını; yasalar karşısında hiç bir zaman böyle bir ayrım olmadığı gibi, yüzyıllardır süregelen kışkırtmalara rağmen insanlarımızın birbirlerine karşı tutumlarında da böyle bir ayrım olmadığını, asıl yanlış olanın bu niteliklerin sonuna CI, Cİ, CU, CÜ gibi ekler getirerek ayrımcılık ve bölücülük yapmak olduğunu bir kere daha belirtmek isterim. Daha 18. yüzyıl sonlarından başlamak üzere, özellikle de 1810’dan sonra, Batı bu etnik grupdaki ayrılıkçılara Osmanlı’dan ayrılıp kendi bağımsız devletini kurmasında yardım edeceği vaadinde bulunmuş, isyana teşvik etmiş, gerektiğinde her türlü yardımı yapmıştır, hâlâ da bu vaat, bu teşvik, bu yardım devam etmektedir. Siz Osmanlı topraklarında onların devletinin mensubu olarak değil, yine bu topraklarda, ama kendi devletinizi kurarak egemen yaşamalısınız fikrini aşılamanın birinci ve en önemli adımı olarak bu etnik grupda dil bilinci uyandırma yolunu seçmişlerdir.